- Sümer İmparatorluğu / M.Ö. 3500-M.Ö. 2000
- Hitit İmparatorluğu / M.Ö. 2000-M.Ö.1200
- İskit-Saka İmparatorluğu / M.Ö. 7.yüzyıl
- Büyük Hun İmparatorluğu / M.Ö. 220 - M.Ö. 58
- Kuzey Hun Devleti / 48-156
- Güney Hun Devleti / 48-216
- Batı Hun İmparatorluğu / 48-216
- Avrupa Hun İmparatorluğu / 375-454
- Tabgaç Devleti / 385-557
- Ak Hun İmparatorluğu / 420 - 562
- Doğu Tabgaç Devleti / 534-557
- Batı Tabgaç Devleti / 534-557
- Sabar Devleti / 5. asır - 7. asır arası
- Dokuz Oğuz Devleti / 5. asır sonu - 6. asır sonu
- Otuz Oğuz Devleti / 5. asır sonu - 6. asır sonu
- Onogurlar / 5. asır - 6. asır arası
- Birinci Göktürk İmparatorluğu / 552-582
- Doğu Göktürk İmparatorluğu / 582-630
- Batı Göktürk İmparatorluğu / 582-630
- Büyük Bulgarya Hanlığı / 630-665
- Konglu Devleti / 712-730
- İkinci Göktürk İmparatorluğu / 681-743
- Türgiş Devleti / 717-766
- Basmiller / 7. asır - 8.asır arası
- Avar İmparatorluğu / 565 - 835
- Uygur Devleti / 744-840
- Tolunoğulları / 868-905
- Hazar İmparatorluğu / 630 - 965
- İhşidiler / 935-969
- Kimekler / 7. asır - 11. asır arası
- Tuna Bulgar Hanlığı / 632-1018
- Kansu Uygur Devleti / 848-1036
- Oğuz Yabgu Devleti / 950 - 1040
- Karahanlılar Devleti / 840-1041
- Uz Hanlığı / 860-1068
- Peçenek Hanlığı / 860-1091
- İzmir Çaka Beyliği / 1080-1098
- Çubukoğulları Beyliği / 1085-1112
- Suriye Selçuklu Devleti / 1092-1117
- Böriler / 1117-1154
- Büyük Selçuklu İmparatorluğu / 1037-1157
- Danişmendliler Beyliği / 1092-1178
- İnaloğulları Beyliği / 1098-1183
- Gazneliler Devleti / 962-1187
- Dilmaçoğulları Beyliği / 1085-1192
- Irak Selçuklu Devleti / 1157-1194
- Saltuklu Beyliği / 1092-1202
- Kırgız Devleti / 840-1207
- Ahlatşahlar Beyliği / 1100-1207
- Karahoca Uygur Devleti / 991-1211
- Doğu Karahanlılar Devleti / 1041-1211
- Batı Karahanlılar Devleti / 1041-1212
- Fergana Karahanlı Devleti / 1141-1212
- Kuman-Kıpçak Hanlığı / 9. asır - 13. asır
- Karluk Devleti / 766-1215
- İldenizliler / 1146-1225
- Harezmşahlar Devleti / 1097-1231
- Erbil Beyliği / 1146-1232
- Zengîler / 1127-1259
- Mengüçlü Beyliği / 1072-1277
- Salgurlular / 1147-1284
- Dobruca Beyliği / 1281-1299
- Arpad Hanedanlığı / 896-1301
- Kirman Selçuklu Devleti / 1092-1307
- Anadolu Selçuklu Devleti / 1092-1307
- Çobanoğulları Beyliği / 1227-1309
- Pervaneoğulları Beyliği / 1277-1322
- Eşrefoğulları Beyliği / 13. asır ortaları - 1326
- Sahip Ataoğulları Beyliği / 1275-1342
- Eyyubiler Devleti / 1171-1348
- Ahiler Beyliği / 1290-1354
- Karesioğulları Beyliği / 1297-1360
- İnançoğulları Beyliği / 1261-1368
- Eretna Beyliği / 1335-1381
- Tekeoğulları Beyliği / 1321-1390
- İtil (Volga) Bulgar Hanlığı / 665-1391
- Kadı Burhaneddin Ahmed Devleti / 1381-1398
- Berçemeoğulları Beyliği / 12. asır
- Artuklu Beyliği / 1102-1408
- Saruhanoğulları Beyliği / 1302-1410
- Delhi Türk Sultanlığı / 1206-1413
- Germiyanoğulları Beyliği / 1300-1423
- Hamitoğulları Beyliği / 1301-1423
- Canikoğulları Beyliği / 13.Asır
- Menteşeoğulları Beyliği / 1280-1424
- Aydınoğulları Beyliği / 1308-1426
- Candaroğulları Beyliği / 1299-1462
- Karakoyunlu Devleti / 1380-1469
- Kırım Hanlığı / 1440-1475
- Yaruklular Beyliği / 13.Asır
- Karamanoğulları Beyliği / 1256-1483
- Akkoyunlu Devleti / 1350-1502
- Altınordu Devleti / 1236-1502
- Büyük Timur İmparatorluğu / 1368-1507
- Memlük Devleti / 1250-1517
- Dulkadiroğulları Beyliği / 1339-1521
- Kazan Hanlığı / 1437-1552
- Kasım Hanlığı / 1445-1552
- Astrahan Hanlığı / 1466-1554
- Özbek (Şeybani) Hanlığı / 1428-1599
- Sibir Hanlığı / 1556-1600
- Ramazanoğulları Beyliği / 1325-1608
- Yarkand Hanlığı / 1514-1680
- Kazak Hanlığı / 1465-1729
- Safevi Devleti / 1501-1760
- Buhara Hanlığı / 1599-1785
- Afşar Hanedanı / 1736-1796
- Babür İmparatorluğu / 1526-1858
- Hokand Hanlığı / 1710-1876
- Kaşgar-Tufan Hanlığı / 15. asır başları - 1877
- Batı Trakya Türk Cumhuriyeti / 1913 - 1913
- Kırım Halk Cumhuriyeti / 1917-1918
- Hive Hanlığı / 1512-1920
- Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti / 1918-1920
- Osmanlı İmparatorluğu / 1299-1922
- Türkiye Cumhuriyeti / 1923
- Kaçar Hanedanı / 1796-1925
- Hatay Cumhuriyeti / 1938-1939
- Tannu Tuva Halk Cumhuriyeti / 1921-1944
- Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti / 1983
- Azerbaycan Cumhuriyeti / 1991
- Kazakistan Cumhuriyeti / 1991
- Kırgızistan Cumhuriyeti / 1991
- Özbekistan Cumhuriyeti / 1991
- Türkmenistan Cumhuriyeti / 1991
11 Haziran 2017 Pazar
9 Haziran 2017 Cuma
1947 yılında gecekonduları açıkgözler inşa ediyormuş!
Mecidiyeköy'de Maliye'ye ait arsalarda yapılan gecekondu evleriyle Vilayet, Belediye ve Beyoğlu Kaymakamlığı yakından meşgul olmaktadırlar. Buradaki evlerin sayısı (74)'e çıkmıştır. Belediye hepsi hakkında yıktırma kararı vermiştir. Kaymakamlık bu kararı ev sahiplerine tebliğ ettiğinden ev sahipleri Vilayet İdare Heyeti'ne itiraz ederek Belediye kararının iptalini istemişlerdir. Vilayet, müracaatları ayrı ayrı tetkik etmek icap ettiğinden bunları henüz bir karara bağlamamıştır.
Diğer taraftan kaymakamlık burada ev yaptıranların durumlarını yakından tetkik ettirmiştir. Kaymakamlığın vardığı neticeye göre ev sahibi tarafından çıkarıldığından sokakta kalmamak için burada ev yaptıran kimse yoktur. Esasen burada inşa edilen 74 evin sahibi 10-12 kişiden ibarettir. Burada adeta bir yapı şirketinin teşekkül ederek evler yaptırıp satmakta olduğu yine tetkikat neticesinde anlaşılmıştır.
Bundan başka Kağıthane Köyü'ne ait tarlalar Mecidiyeköy'e kadar uzandığından Mecidiyeköy'de ev yaptıranların bu tarlalardan da istifade etmek arzusunda oldukları tespit edilmiştir. İlgili makamlara göre başkasının arsasına veya tarlasına ev yapmak yasak olduğu halde şehrin bugünkü mesken buhranı dolayısıyla mevzuata aykırı olsa ev yaptıranların hoş görüleceğini ve himaye edileceklerini zanneden birkaç açık gözün yolsuz hareketleri gittikçe artmaktadır.
Bu evler hem yapı, yollar kanununa muhalif bulunmakta ve hem de evlerin yapıldığı arsalar bina sahiplerine ait bulunmamaktadır. Burada evi olanların durumu adım adım takip edilerek yeni evler kurulmasına meydan vermek için tedbirler alınmıştır. Sadece dış tarafından tahta çakılmış bulunan evlerin iç taraftan tuğlalarla örüldüğü, bu iş tamamlanınca tahtaların sökülerek bu derme çatma evlerin kagir haline getirilmeye çalışıldığı da tespit edilmiştir. Bu gecekondu evleri de Sirkeci ile Yedikule arasında, harap surlar üzerinde de yapılmaya başlanmıştır.
Diğer taraftan kaymakamlık burada ev yaptıranların durumlarını yakından tetkik ettirmiştir. Kaymakamlığın vardığı neticeye göre ev sahibi tarafından çıkarıldığından sokakta kalmamak için burada ev yaptıran kimse yoktur. Esasen burada inşa edilen 74 evin sahibi 10-12 kişiden ibarettir. Burada adeta bir yapı şirketinin teşekkül ederek evler yaptırıp satmakta olduğu yine tetkikat neticesinde anlaşılmıştır.
Bundan başka Kağıthane Köyü'ne ait tarlalar Mecidiyeköy'e kadar uzandığından Mecidiyeköy'de ev yaptıranların bu tarlalardan da istifade etmek arzusunda oldukları tespit edilmiştir. İlgili makamlara göre başkasının arsasına veya tarlasına ev yapmak yasak olduğu halde şehrin bugünkü mesken buhranı dolayısıyla mevzuata aykırı olsa ev yaptıranların hoş görüleceğini ve himaye edileceklerini zanneden birkaç açık gözün yolsuz hareketleri gittikçe artmaktadır.
Bu evler hem yapı, yollar kanununa muhalif bulunmakta ve hem de evlerin yapıldığı arsalar bina sahiplerine ait bulunmamaktadır. Burada evi olanların durumu adım adım takip edilerek yeni evler kurulmasına meydan vermek için tedbirler alınmıştır. Sadece dış tarafından tahta çakılmış bulunan evlerin iç taraftan tuğlalarla örüldüğü, bu iş tamamlanınca tahtaların sökülerek bu derme çatma evlerin kagir haline getirilmeye çalışıldığı da tespit edilmiştir. Bu gecekondu evleri de Sirkeci ile Yedikule arasında, harap surlar üzerinde de yapılmaya başlanmıştır.
Cemiyet-i Ticariye'den İstanbul Ticaret Odası
Amerika'nın keşfi, Afrika'yı dolaşarak Uzakdoğu pazarlarına ulaşacak yeni ticaret yollarının bulunması, İngiltere'de buharlı makinalarla başlayan sanayi devrimi, Fransız İhtilali'nin getirdiği toplumsal rüzgarlarla dünyanın çehresi hızla değişmeye başlamıştı.
Yeni bir ekonomik sistemin ilk adımları, dünya üzerindeki güç dengelerindeki değişimler, sanayi ve ticaretin birbirini besleyerek hızla gelişmesi, taşımacılıkta sağlanan gelişmeler, icat ve keşifler ve o günün koşullarında da olsa yaşanmaya başlanan küreselleşme; daha önceleri uygarlık ve gelişmenin örnek coğrafyası olan Osmanlı, Rus, Hint, Çin gibi doğu imparatorluklarının önüne yeni bir problemi getirdi: "Modernleşme". Osmanlı İmparatorluğu ise; Tanzimat ile bu yöndeki ilk büyük hamlesini gerçekleştirmişti. Geleneksel Osmanlı loncaları, Batı'nın endüstriyel retimi ve gelişmiş ticaretinin de etkisiyle, ekonomik işlevlerini yerine getiremeyerek çökmüşlerdi.
Yaşanan tüm gelişmeler, farklı bir anlayış ve yaklaşımla, üretimin ve ticaretin yeniden örgütlenmesini gerektiriyordu. İlk olarak; tarım, sanayi ve ticaretin geliştirilmesi amacıyla bir dizi idari ve hukuksal düzenlemeye gidildi ve 25 Haziran 1876'da Meclis-i Ticaret ve Ziraat kuruldu. Büyük ölçüde "uzman ve entelektüel danışmanlık" olarak değerlendirilebilecek bir işlev ve konumda bulunan Meclis-i Ticaret ve Ziraat, zaman içinde Meclis-i Ticaret olarak faaliyetlerini sürdürdü.
Meclis-i Ticaret; 19 Ocak 1880'de kurulan Dersaadet Ticaret Odası'nın çekirdeğini oluşturdu ve ilk toplantısını 14 Ocak 1882 tarihinde yaparak, Osmanlı İmparatorluğu'nun her alanda çöküş yaşadığı bir dönemde ekonominin kurtarıcısı olması umuduyla Oda'mız; "Dersaadet Ticaret Odası" adıyla kuruldu. 1910 yılında İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası adını alan Odamızın; 1923'te Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, İzmir İktisat Kongresi'ni izleyen yıllarda çehresi, işlevi, görev ve sorumlulukları hızla değişti.
1925 yılında yayımlanan Ticaret ve Sanayi Odaları Kanunu'nun ardından, Yönetmeliklerin çıkması, Türkiye'deki birçok Oda'ya olduğu gibi İstanbul Ticaret Odası'na da hukuksal altyapı sağlayarak, tüzel kişilik haline getirdi. Odalara tüzel kişilik hakkı sağlamasının yanı sıra, 14 Mayıs 1925'te yürürlüğe giren 655 sayılı Kanun ile de ticari faaliyette bulunan herkesin Odalara üye olması zorunlu hale getirildi.
8 Mart 1950 tarihinde yürürlüğe giren 5590 sayılı Odalar ve Borsalar Birliği Kanunu ise; üyelerinin birbiriyle ve halk ile ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni temin ederek meslek disiplinini, ahlak ve dayanışmayı korumak, mesleğin toplumun genel çıkarlarına uygun olarak gelişmesini ve mesleki faaliyetlerin kolaylaştırılması için uygun koşulları sağlamak üzere kurulan Odalara özerklik kazandırmış, bunun sonucu olarak sanayicilerin başka bir meslek kuruluşunda biraraya gelmelerinin ardından, 30 Mayıs 1952 tarihinde Oda'mız bugünkü adını almıştır.
1925 yılında 4.Vakıf Handaki binada hizmet vermeye başlayan Oda'mız; 1970 yılından itibaren Haliç kıyısında yaptırdığı binada hizmetlerine devam etmiş ve 2000 yılının Eylül ayından itibaren ise; metruk halde iken restore edilerek, faaliyete geçirilen Eminönü'ndeki, 21.yüzyıla yakışır teknoloji ve konforla donatılan yeni binasında; başta üyeleri olmak üzere İstanbul'a ve ülkemize hizmet vermeye devam etmektedir.
Bugün 98 Meslek Komitesi ve 300 bini aşan üyesiyle dünyanın en büyük Ticaret Odasından biri olan Oda'mız; ülkenin kalkınması ve yeniden bir dünya devleti haline gelmesi hedefine katkıda bulunmak üzere, 1927 yılında Milletlerarası Ticaret Odası'na üye olmuş, 1963 yılında bugün AB ilişkilerimizde öncü olan İktisadi Kalkınma Vakfı'nı kurmuş ve 1993 yılında ise Akdeniz Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği (ASCAME)'ne üye olmuştur. UNIDO ile işbirliği çerçevesinde Yan Sanayi Borsası çalışmaları ise 80'li yıllarda başlamıştır. Yine aynı yıllarda Oda'nın önderliğinde İstanbul Dünya Ticaret Merkezi kurulmuştur.
Çağdaş iş düzeninin önemli unsurlarından olan Tahkim Müessesesi 1950 yılında ürürlüğe giren İstanbul Ticaret Odası Tahkim Uzlaştırma ve Hakem Bilirkişilik Yönetmeliği uyarınca işlerlik kazanmıştır. Ayrıca 1960'lı yıllarda, tüketicinin korunması ile ilgili yasal düzenlemeler daha yapılmadan önce tüketici haklarının korunması faaliyetleri Odamızca başlatılmış ve özellikle 1981 yılında yürürlüğe giren "İTO Üyeleri Tüketiciyi Koruma Taahhütnamesi Sistemi" ile "tüketici her zaman haklıdır" felsefesi doğrultusunda tüketici şikayetleri hızla çözüme kavuşturulmaya başlanmıştır.
Odamız; 1996 yılında İstanbul ve Kadıköy Sicil Memurluklarının kendisine devredilmesinin neticesinde, üyelerine karşı önemli bir sorumluluk daha üstlenmiştir. Üyelerimizin hizmete en kolay ve hızlı bir şekilde ulaşabilmeleri amacıyla faaliyete geçirilen Kadıköy, Perpa, İSTOÇ ve Yeni Bosna hizmet birimlerimiz en etkin şekilde hizmet verme gayreti içerisindedir.
2000'li yıllara gelindiğinde Oda'mız, yeni bir Türkiye düşüncesinden hareketle hizmetlerini sadece ticari hayat ile sınırlandırmayıp eğitim alanında da faaliyetlerini artırarak sürdürmüştür. Eğitim camiasına bugüne kadar onbir okul kazandırmakla kalınmamış, 1995 yılında Dış Ticaret Enstitüsünü kurup eğitim konusunda insiyatif alarak iş dünyasının ihtiyacı olan uluslararası pazarlama uzmanları yetiştirilmeye başlanmıştır. Bu ilk adım 2001 yılında büyük bir girişime dönüştürülerek Atatürk Türkiye'sini yeni bin yılda yönetecek genç beyinleri evrensel çapta hayata hazırlamak üzere "Vakıf Üniversitesi" statüsünde İstanbul Ticaret Üniversitesi'ni kurmuştur.
Cumhuriyetimizin çağdaş yapılanmasının bir örneği olarak faaliyetlerine devam eden Odamızın her alanda gerçekleştirdiği öncülük faaliyeti "Kalite" konusunda da gerçekleşmiş ve 12 Nisan 1999 tarihinde çalışmalarını tamamlayarak, dünyada ve ülkemizde ISO 9001 Kalite Belgeli ilk meslek kuruluşu olma ünvanını elde etmiştir.
Odamızın kalite konusundaki serüveni bununla da kalmamış, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nce, Türk Oda Geliştirme Programı çerçevesinde, Avrupa Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği (Eurochambres) ve İngiltere Odalar Birliği ile "Türk Odaları İçin Kalite Stratejisi" isimli bir çalışma başlatılmış, sözkonusu proje çalışmaları sonucunda, Oda'mız Avrupa Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği Akreditasyon Kurulu tarafından yapılan denetim sonucunda aldığı yüksek puanla, "Avrupa'nın En İyi Odası" seçilmiştir.
1997 yılında hizmete giren Odamız Internet sayfası, üyelerimize daha hızlı hizmet verebilmek ve bilgiye kolay ulaşmalarını sağlamak amacıyla 2003 yılında Portal’a dönüştürülmüştür.
2002 yılında Formula 1 İstanbul projesi başlatılmış ve 2004 yılında İstanbul, Formula 1 yarış takvimine alınmıştır.
Odamız İstanbul’un ve Türkiye’nin ticaret hayatına katkıları yanında sanata da katkılarını sürdürmüş ve 2004 yılında Eminönü Meydanı’nda Açıkhava Sanat Merkezi’ni açmış, geleneksel hale gelmesi amaçlanan “1.Tarih-Sanat Buluşması” resim yarışmasını düzenlenmiştir.
Oda'mız; kendisine 123 yıl önce yüklenen ekonominin neferi olma misyonunu genişleyen vizyonu paralelinde daha da geliştirerek, uzman personeli, girişimci ruhu, her dönem dürüstlük ve adaleti temel alan politikası ile geçmişde olduğu gibi gelecek yıllarda da ülkemizde ve uluslararası camiada önemli yeri olan bir sivil toplum kuruluşu olarak, toplumun ve özellikle iş dünyasının öncüsü olmaya devam edecektir.
Yeni bir ekonomik sistemin ilk adımları, dünya üzerindeki güç dengelerindeki değişimler, sanayi ve ticaretin birbirini besleyerek hızla gelişmesi, taşımacılıkta sağlanan gelişmeler, icat ve keşifler ve o günün koşullarında da olsa yaşanmaya başlanan küreselleşme; daha önceleri uygarlık ve gelişmenin örnek coğrafyası olan Osmanlı, Rus, Hint, Çin gibi doğu imparatorluklarının önüne yeni bir problemi getirdi: "Modernleşme". Osmanlı İmparatorluğu ise; Tanzimat ile bu yöndeki ilk büyük hamlesini gerçekleştirmişti. Geleneksel Osmanlı loncaları, Batı'nın endüstriyel retimi ve gelişmiş ticaretinin de etkisiyle, ekonomik işlevlerini yerine getiremeyerek çökmüşlerdi.
Yaşanan tüm gelişmeler, farklı bir anlayış ve yaklaşımla, üretimin ve ticaretin yeniden örgütlenmesini gerektiriyordu. İlk olarak; tarım, sanayi ve ticaretin geliştirilmesi amacıyla bir dizi idari ve hukuksal düzenlemeye gidildi ve 25 Haziran 1876'da Meclis-i Ticaret ve Ziraat kuruldu. Büyük ölçüde "uzman ve entelektüel danışmanlık" olarak değerlendirilebilecek bir işlev ve konumda bulunan Meclis-i Ticaret ve Ziraat, zaman içinde Meclis-i Ticaret olarak faaliyetlerini sürdürdü.
Meclis-i Ticaret; 19 Ocak 1880'de kurulan Dersaadet Ticaret Odası'nın çekirdeğini oluşturdu ve ilk toplantısını 14 Ocak 1882 tarihinde yaparak, Osmanlı İmparatorluğu'nun her alanda çöküş yaşadığı bir dönemde ekonominin kurtarıcısı olması umuduyla Oda'mız; "Dersaadet Ticaret Odası" adıyla kuruldu. 1910 yılında İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası adını alan Odamızın; 1923'te Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, İzmir İktisat Kongresi'ni izleyen yıllarda çehresi, işlevi, görev ve sorumlulukları hızla değişti.
1925 yılında yayımlanan Ticaret ve Sanayi Odaları Kanunu'nun ardından, Yönetmeliklerin çıkması, Türkiye'deki birçok Oda'ya olduğu gibi İstanbul Ticaret Odası'na da hukuksal altyapı sağlayarak, tüzel kişilik haline getirdi. Odalara tüzel kişilik hakkı sağlamasının yanı sıra, 14 Mayıs 1925'te yürürlüğe giren 655 sayılı Kanun ile de ticari faaliyette bulunan herkesin Odalara üye olması zorunlu hale getirildi.
8 Mart 1950 tarihinde yürürlüğe giren 5590 sayılı Odalar ve Borsalar Birliği Kanunu ise; üyelerinin birbiriyle ve halk ile ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni temin ederek meslek disiplinini, ahlak ve dayanışmayı korumak, mesleğin toplumun genel çıkarlarına uygun olarak gelişmesini ve mesleki faaliyetlerin kolaylaştırılması için uygun koşulları sağlamak üzere kurulan Odalara özerklik kazandırmış, bunun sonucu olarak sanayicilerin başka bir meslek kuruluşunda biraraya gelmelerinin ardından, 30 Mayıs 1952 tarihinde Oda'mız bugünkü adını almıştır.
1925 yılında 4.Vakıf Handaki binada hizmet vermeye başlayan Oda'mız; 1970 yılından itibaren Haliç kıyısında yaptırdığı binada hizmetlerine devam etmiş ve 2000 yılının Eylül ayından itibaren ise; metruk halde iken restore edilerek, faaliyete geçirilen Eminönü'ndeki, 21.yüzyıla yakışır teknoloji ve konforla donatılan yeni binasında; başta üyeleri olmak üzere İstanbul'a ve ülkemize hizmet vermeye devam etmektedir.
Bugün 98 Meslek Komitesi ve 300 bini aşan üyesiyle dünyanın en büyük Ticaret Odasından biri olan Oda'mız; ülkenin kalkınması ve yeniden bir dünya devleti haline gelmesi hedefine katkıda bulunmak üzere, 1927 yılında Milletlerarası Ticaret Odası'na üye olmuş, 1963 yılında bugün AB ilişkilerimizde öncü olan İktisadi Kalkınma Vakfı'nı kurmuş ve 1993 yılında ise Akdeniz Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği (ASCAME)'ne üye olmuştur. UNIDO ile işbirliği çerçevesinde Yan Sanayi Borsası çalışmaları ise 80'li yıllarda başlamıştır. Yine aynı yıllarda Oda'nın önderliğinde İstanbul Dünya Ticaret Merkezi kurulmuştur.
Çağdaş iş düzeninin önemli unsurlarından olan Tahkim Müessesesi 1950 yılında ürürlüğe giren İstanbul Ticaret Odası Tahkim Uzlaştırma ve Hakem Bilirkişilik Yönetmeliği uyarınca işlerlik kazanmıştır. Ayrıca 1960'lı yıllarda, tüketicinin korunması ile ilgili yasal düzenlemeler daha yapılmadan önce tüketici haklarının korunması faaliyetleri Odamızca başlatılmış ve özellikle 1981 yılında yürürlüğe giren "İTO Üyeleri Tüketiciyi Koruma Taahhütnamesi Sistemi" ile "tüketici her zaman haklıdır" felsefesi doğrultusunda tüketici şikayetleri hızla çözüme kavuşturulmaya başlanmıştır.
Odamız; 1996 yılında İstanbul ve Kadıköy Sicil Memurluklarının kendisine devredilmesinin neticesinde, üyelerine karşı önemli bir sorumluluk daha üstlenmiştir. Üyelerimizin hizmete en kolay ve hızlı bir şekilde ulaşabilmeleri amacıyla faaliyete geçirilen Kadıköy, Perpa, İSTOÇ ve Yeni Bosna hizmet birimlerimiz en etkin şekilde hizmet verme gayreti içerisindedir.
2000'li yıllara gelindiğinde Oda'mız, yeni bir Türkiye düşüncesinden hareketle hizmetlerini sadece ticari hayat ile sınırlandırmayıp eğitim alanında da faaliyetlerini artırarak sürdürmüştür. Eğitim camiasına bugüne kadar onbir okul kazandırmakla kalınmamış, 1995 yılında Dış Ticaret Enstitüsünü kurup eğitim konusunda insiyatif alarak iş dünyasının ihtiyacı olan uluslararası pazarlama uzmanları yetiştirilmeye başlanmıştır. Bu ilk adım 2001 yılında büyük bir girişime dönüştürülerek Atatürk Türkiye'sini yeni bin yılda yönetecek genç beyinleri evrensel çapta hayata hazırlamak üzere "Vakıf Üniversitesi" statüsünde İstanbul Ticaret Üniversitesi'ni kurmuştur.
Cumhuriyetimizin çağdaş yapılanmasının bir örneği olarak faaliyetlerine devam eden Odamızın her alanda gerçekleştirdiği öncülük faaliyeti "Kalite" konusunda da gerçekleşmiş ve 12 Nisan 1999 tarihinde çalışmalarını tamamlayarak, dünyada ve ülkemizde ISO 9001 Kalite Belgeli ilk meslek kuruluşu olma ünvanını elde etmiştir.
Odamızın kalite konusundaki serüveni bununla da kalmamış, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nce, Türk Oda Geliştirme Programı çerçevesinde, Avrupa Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği (Eurochambres) ve İngiltere Odalar Birliği ile "Türk Odaları İçin Kalite Stratejisi" isimli bir çalışma başlatılmış, sözkonusu proje çalışmaları sonucunda, Oda'mız Avrupa Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği Akreditasyon Kurulu tarafından yapılan denetim sonucunda aldığı yüksek puanla, "Avrupa'nın En İyi Odası" seçilmiştir.
1997 yılında hizmete giren Odamız Internet sayfası, üyelerimize daha hızlı hizmet verebilmek ve bilgiye kolay ulaşmalarını sağlamak amacıyla 2003 yılında Portal’a dönüştürülmüştür.
2002 yılında Formula 1 İstanbul projesi başlatılmış ve 2004 yılında İstanbul, Formula 1 yarış takvimine alınmıştır.
Odamız İstanbul’un ve Türkiye’nin ticaret hayatına katkıları yanında sanata da katkılarını sürdürmüş ve 2004 yılında Eminönü Meydanı’nda Açıkhava Sanat Merkezi’ni açmış, geleneksel hale gelmesi amaçlanan “1.Tarih-Sanat Buluşması” resim yarışmasını düzenlenmiştir.
Oda'mız; kendisine 123 yıl önce yüklenen ekonominin neferi olma misyonunu genişleyen vizyonu paralelinde daha da geliştirerek, uzman personeli, girişimci ruhu, her dönem dürüstlük ve adaleti temel alan politikası ile geçmişde olduğu gibi gelecek yıllarda da ülkemizde ve uluslararası camiada önemli yeri olan bir sivil toplum kuruluşu olarak, toplumun ve özellikle iş dünyasının öncüsü olmaya devam edecektir.
Eskişehir Ticaret Odası Tarih
Osmanlı Devleti’nde XIX. yüzyıla kadar esnaf ve zanaatkarlar, yani tarımsal faaliyetler dışındaki iktisadi faaliyetler ile uğraşanlar, 'Lonca' adı verilen mesleki kurumlar dahilinde örgütleniyorlardır. İslam uygarlığı içinde Osmanlı Devleti’nden önce kurulmuş diğer İslam devletlerinde de “Fütüvvet-ahilik” kurumu doğrultusunda Lonca benzeri kurumlar vardı. Sanayi devrimi ve özellikle 1838 Balta Limanı Anlaşması ile Osmanlı dış ticaret rejiminde yaşanan değişim yerli zanaatların çöküşünü hızlandırdı. Loncalar önce işlevlerin yitirdiler. Daha sonra Loncaların varlığı hukuken sonra erdi.
Tanzimat’tan (1839)sonra ticaret hukukundaki batılılaşma süreci çerçevesinde Ticaret ve Sanayi Odaları kuruldu. İlk kurulanlar yabancı devletlerin Ticaret Odalarıydı. Osmanlı Devletinde ilk yerli Ticaret Odasının kuruluşundan on üç yıl sonra Eskişehir Ticaret ve Ziraat Odası faaliyete başladı. Daha önce yapılan akademik çalışmalarda hicri tarihi miladi tarihe çevirmedeki hatalar nedeniyle bu tarih 1895 olarak belirtilmesine rağmen, yapılan arşiv çalışmalarında 1893 tarihi tespit edildi. Bu tarihteki ilk yönetim (1311 / 1893 tarihli Salnameye göre) Başkan Zeytunzade Tevfik Efendi, Azalar Karnik Agopyan, Humbo Efendi, Katip Süleyman Efendi’den oluştu
Türkiye’nin yakın dönem tarihinde olduğu gibi ekonomik ve toplumsal tarihin de bir dönüşümün başlangıcını ifade eden II. Meşrutiyet döneminde, Ticaret Odalarının sayısı artarak devam etti. Bu dönemdeki oda sayısı 160’ın üzerindeydi. 14 Haziran 1910 tarihinde Ticaret ve Sanayi Odaları Nizamnamesi kabul edildi. Yayınlanan nizamname çerçevesinde ETO’da kendine özel bir nizamname hazırladı. Ali Ulvi (Bayraktar) oda başkanlığına seçildi.
Birinci Dünya Savaşının ekonomik koşulları, savaşan ulusları derinden etkiledi. Bu zor süreçte bile ETO varlığını sürdürdü. Mondros Mütarekesi ve sonrasında başlatılan haksız işgallere karşı Mustafa Kemal(Atatürk) ‘in önderliğinde başlatılan Milli Mücadele sürecinin finansmanına Oda üyeleri önemli katkılar sağladı. Eskişehir’in ilk önce İngiliz, daha sonra Yunan işgaline uğraması kente ağır hasarlar verdi. Özellikle Yunan ordusunun çekilmesi sırasında yapılan tahribattan ETO’da etkilendi. Birçok evrak çıkarılan yangınlarla kül oldu.
Cumhuriyet dönemi ile birlikte, önceleri Ankara’ya bağlı olarak faaliyetlerini sürdüren ETO, daha sonra bağımsız olarak çalışmalarını sürdürdü. Kentte sanayi’nin gelişmesiyle birlikte Eskişehir Ticaret ve Sanayi Odası olarak faaliyet alanını genişleten oda, 1968 yılında sanayici üyelerinin isteği, Oda’nın muvafakati ve Ticaret Bakanlığı’nın izniyle Sanayi Odası’nın kurulmasına olanak sağladı. Bu tarihten sonra da oda unvanı Eskişehir Ticaret Odası olarak değiştirildi.
Tanzimat’tan (1839)sonra ticaret hukukundaki batılılaşma süreci çerçevesinde Ticaret ve Sanayi Odaları kuruldu. İlk kurulanlar yabancı devletlerin Ticaret Odalarıydı. Osmanlı Devletinde ilk yerli Ticaret Odasının kuruluşundan on üç yıl sonra Eskişehir Ticaret ve Ziraat Odası faaliyete başladı. Daha önce yapılan akademik çalışmalarda hicri tarihi miladi tarihe çevirmedeki hatalar nedeniyle bu tarih 1895 olarak belirtilmesine rağmen, yapılan arşiv çalışmalarında 1893 tarihi tespit edildi. Bu tarihteki ilk yönetim (1311 / 1893 tarihli Salnameye göre) Başkan Zeytunzade Tevfik Efendi, Azalar Karnik Agopyan, Humbo Efendi, Katip Süleyman Efendi’den oluştu
Türkiye’nin yakın dönem tarihinde olduğu gibi ekonomik ve toplumsal tarihin de bir dönüşümün başlangıcını ifade eden II. Meşrutiyet döneminde, Ticaret Odalarının sayısı artarak devam etti. Bu dönemdeki oda sayısı 160’ın üzerindeydi. 14 Haziran 1910 tarihinde Ticaret ve Sanayi Odaları Nizamnamesi kabul edildi. Yayınlanan nizamname çerçevesinde ETO’da kendine özel bir nizamname hazırladı. Ali Ulvi (Bayraktar) oda başkanlığına seçildi.
Birinci Dünya Savaşının ekonomik koşulları, savaşan ulusları derinden etkiledi. Bu zor süreçte bile ETO varlığını sürdürdü. Mondros Mütarekesi ve sonrasında başlatılan haksız işgallere karşı Mustafa Kemal(Atatürk) ‘in önderliğinde başlatılan Milli Mücadele sürecinin finansmanına Oda üyeleri önemli katkılar sağladı. Eskişehir’in ilk önce İngiliz, daha sonra Yunan işgaline uğraması kente ağır hasarlar verdi. Özellikle Yunan ordusunun çekilmesi sırasında yapılan tahribattan ETO’da etkilendi. Birçok evrak çıkarılan yangınlarla kül oldu.
Cumhuriyet dönemi ile birlikte, önceleri Ankara’ya bağlı olarak faaliyetlerini sürdüren ETO, daha sonra bağımsız olarak çalışmalarını sürdürdü. Kentte sanayi’nin gelişmesiyle birlikte Eskişehir Ticaret ve Sanayi Odası olarak faaliyet alanını genişleten oda, 1968 yılında sanayici üyelerinin isteği, Oda’nın muvafakati ve Ticaret Bakanlığı’nın izniyle Sanayi Odası’nın kurulmasına olanak sağladı. Bu tarihten sonra da oda unvanı Eskişehir Ticaret Odası olarak değiştirildi.
Kocaeli Ticaret Odası Tarih
MESLEKİ faaliyetlerin tek elden sürdürüldüğü dönemde İzmit Ticaret ve Sanayi Odası olarak mevcudiyetini koruyan odamız daha sonra bölünmeler yaşamış ve bu bölünmelerin ardından İzmit Ticaret Odası adını alarak Karamürsel, Gölcük, İzmit, Derince ve Kandıra ilçelerinde üyelerimize hizmet götürmüştür.
Eldeki belgelerden 1897 yılında faaliyet gösterdiği anlaşılan odamız, 1945 yılında ilk resmi belgesini verdiği anlaşılmaktadır. Türkiyenin en köklü meslek örgütlerinin başında gelen Kocaeli Ticaret Odası Aralık 1988 yılında Gebze Ticaret ve Sanayi Odasının kurulmasıyla ikiye bölünmüş, ardından Haziran 1989 tarihinde Kocaeli Sanayi Odasının kurulmasıyla bölünme devam etmiştir. 1999 yılında da Körfez Ticaret Odasının kurulmasıyla bölünme işlemi tamamlanmıştır.
2008 yılında meclis kararıyla isim değişikliğine giden İzmit Ticaret Odası, bu tarihten sonra Kocaeli Ticaret Odası unvanıyla üyelerine hizmet vermeye devam etmiştir. Yerel yönetimlerde meydana gelen değişimler ve ilçe sayılarında yaşanan artış, Kocaeli Ticaret Odasının da yetkili olduğu alanları yeniden belirlemiştir. Buna göre Karamürsel, Gölcük, Başiskele, İzmit, Kartepe, Kandıra, Derince, Dilovası, Darıca ve Çayıova ilçeleri hizmet alanımıza girmiş ve Kocaeli Ticaret Odası ilin geneline yayılan bir yapıya kavuşmuştur. Bir bakıma tarihi köklerine su vermeye başlamıştır.
5590 Sayılı Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Yasasının değişerek 5174 Sayılı yasayla tamamlanması, mesleki örgütlenmelerde bölünmelerin değil, birleşmelerin sağlanmasına yönelik ilk adımı oluşturmuş ve işletmelerin üye olacakları oluşumları belirlemiştir. 5174 Sayılı Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği TOBB Yasasının 18 Mayıs 2004 tarihinde yürürlüğe girmesi ve yerel yönetimlerde meydana gelen değişimler mesleki yapılanmaları da belirlemiştir.
Eldeki belgelerden 1897 yılında faaliyet gösterdiği anlaşılan odamız, 1945 yılında ilk resmi belgesini verdiği anlaşılmaktadır. Türkiyenin en köklü meslek örgütlerinin başında gelen Kocaeli Ticaret Odası Aralık 1988 yılında Gebze Ticaret ve Sanayi Odasının kurulmasıyla ikiye bölünmüş, ardından Haziran 1989 tarihinde Kocaeli Sanayi Odasının kurulmasıyla bölünme devam etmiştir. 1999 yılında da Körfez Ticaret Odasının kurulmasıyla bölünme işlemi tamamlanmıştır.
2008 yılında meclis kararıyla isim değişikliğine giden İzmit Ticaret Odası, bu tarihten sonra Kocaeli Ticaret Odası unvanıyla üyelerine hizmet vermeye devam etmiştir. Yerel yönetimlerde meydana gelen değişimler ve ilçe sayılarında yaşanan artış, Kocaeli Ticaret Odasının da yetkili olduğu alanları yeniden belirlemiştir. Buna göre Karamürsel, Gölcük, Başiskele, İzmit, Kartepe, Kandıra, Derince, Dilovası, Darıca ve Çayıova ilçeleri hizmet alanımıza girmiş ve Kocaeli Ticaret Odası ilin geneline yayılan bir yapıya kavuşmuştur. Bir bakıma tarihi köklerine su vermeye başlamıştır.
5590 Sayılı Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Yasasının değişerek 5174 Sayılı yasayla tamamlanması, mesleki örgütlenmelerde bölünmelerin değil, birleşmelerin sağlanmasına yönelik ilk adımı oluşturmuş ve işletmelerin üye olacakları oluşumları belirlemiştir. 5174 Sayılı Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği TOBB Yasasının 18 Mayıs 2004 tarihinde yürürlüğe girmesi ve yerel yönetimlerde meydana gelen değişimler mesleki yapılanmaları da belirlemiştir.
Ekmeğin Tarihçesi
Ekmekçilik tarihi 8 bin yıl öncesinden ; insanların hububatı taşlar arasında kırıp ufaladığı, sonra da bunlara su katıp elde ettiği hamuru yassı bir kaya üzerine yayarak ateşte pişirdiği günlere kadar uzanır. İlkel insan topladığı hububatı ufalardı,aksi taktirde ne çiğneyebilir ne de yumuşatmaksızın sindirebilirdi. Ekmekçiliği ve fırıncılığı ilk geliştiren insanların, bir dizi deneme yanılma sürecinden geçtiği kesindir.
Mısırlılar ekmekçilikten keyif alırdı, dahası onlar için ekmek,yaşamlarının simgelerinden biriydi. Ekmek Mısırlılar için o kadar önemliydi ki ölenler bundan sonraki hayatlarında da yoksun kalmasınlar diye mezarlarına bir parça ekmek konuyordu. Ekmek başlıca gıdaları olduğu gibi maaşlarını da ekmek üzerinden alıyorlardı. Piramitleri inşa edenlere emekleri karşılığında ekmek veriliyordu. Kişinin maddi durumu kaç somunu bulunduğuna göre ölçülüyordu.
Biracılıktan elde ettikleri mayayı ekmek hamurlarını fermente edip şekillendirmede kullanıyorlardı. Ancak hamurun nasıl fermantasyona uğradığını bir türlü çözemiyorlardı. Mısırlılar zamanla değişik unlar kullanıp çeşitli şekiller bularak ekmek somununu bir sanat yapıtı gibi işlemeye başladı.
Yaygın inanışa göre Mısırlı bir fırıncı, unutkanlığından hamurun bir parçasını yoğurmamış,sonra da bunu bir sonraki hamura ilave etmiş,böylelikle tesadüfen bir yöntem geliştirmiştir.
Eski Mısırlılar ihtiyaç fazlası hububatı Yunanistan’a ihraç ederdi.Yunanlılar ekmekçiliği Mısırlılardan öğrenmiştir.
Yunanistan’da ve Roma İmparatorluğu’nda ekmek zamanla halkın başlıca gıda maddesi haline geldi. Yumurta ve yağ da katılmaya başlandığında ise ekmek artık lüks tüketim maddeleri arasındaki yerini almıştı. Daha beyaz ekmekler zenginlerin, pek tadı tuzu olmayan ekmekler ise fakirlerin sofrasını süslüyordu. İlk mekanik mikseri bir Romalının geliştirdiği kabul edilir.Enerji kaynağı olarak beygir gücü kullanılmıştır.Roma’da ekmek o kadar vazgeçilmezdi ki halkı memnun etmek için ekmek dağıtmak yeterliydi.
Ortaçağ Avrupa’sında Normanlar ekmekçilikte çavdar kullanmaya, hamurlarını da yorgan altında fermente etmeye başladı. İsveçliler una Ren Geyiği kanı, Fransızlar ise öküz kanı katmayı denedi. Yayvan ekmekler revaçtaydı, çünkü hem tabak işlevi görüyor, hem de lezzetle yenebiliyordu.
Zamanla birçok toplulukta, pişirilen ekmeğin çeşidine göre Fırıncı Loncaları kurulmaya başladı. Loncalar dürüst fırıncılara kol kanat geriyor hem de topluluk içinde statü kazandırıyordu. Bir fırıncıya zarar veren, belaya davetiye çıkarmış sayılırdı. Loncanın kurallarını çiğneyen bir fırıncı ise uluorta kırbaçlanır, sokaklarda süründürülür ya da ömür boyu meslekten men edilirdi. Gramajının altında ekmek sattığı ortaya çıkan bir fırıncı için bu cezalardan kaçış yoktu.
İlk olarak İngilizler tarafından kurulan Ekmek Mahkemeleri yüzyıllar boyunca ekmeğin gramaj ve fiyatını tespit etti. Ortaçağ’da bazı yerleşim birimlerinde fakir insanlar için un ya da hamurlarını getirip ekmek pişirebilecekleri umumi fırın ocakları vardı. Bu adet,aynı zamanda fırıncılığın da başlangıcıydı.
1800’lü yılların başında İngiltere’de kabul edilen bir yasayla, ekmek fiyatı, haftalık maaşa eşitlenince kıyamet koptu. Art arda patlak veren ayaklanmalar sonucunda yasa kaldırıldı. Ekmek çalmanın cezası ise genellikle yeni sömürgelerden Galler’e sürgün edilmekti. 19’uncu yüzyılda ortaya çıkan çarpıcı gelişmeler fırıncılık endüstrisini günümüzdeki düzeyine getirdi.
1835’te Caignard de Latour, Scwann ve Kutsing gibi bilim adamları tomurcuklanma yoluyla yeniden üretilebildiğini gördükleri mayanın canlı bir organizma olduğu sonucuna vardılar. 1838’de bira mayasına Meyer tarafından ‘Saccharomyces cerevisia’ adı verildi.
1859’da ünlü Fransız bilim adamı Louis Pasteur fermantasyona yol açan organizmanın maya olduğunu ortaya çıkardı.
Ocak tasarımları ve un öğütme teknikleri daha da geliştirildi. Emil Christian Hansen, katıksız maya parçacıkları elde etmeyi başardıktan sonra 1870’lerden itibaren yaş maya üretimine başlandı. Bu, mayanın sağlamlığı açısından devrimdi.Artık ekmekçiler ve biracılar aldıkları mayayı gönül rahatlığıyla kullanabiliyorlardı.
Yakın geçmişte, ekmek katkı maddelerinin bulunması, daha kaliteli hububat yetiştirilmesi, öğütme tekniklerinin ilerlemesi kadar ekmek pişirmede kullanılan araçların giderek geliştirilmesiyle de birlikte hamuru daha iyi fermente etmek, ekmeği daha düzgün pişirmek mümkün olabilmiştir.Ekmek öteden beri ağız tadının temelidir. Bir kıtadan diğerine şekli değişse de tüm dünya da her gün ekmek yenmektedir ve ekmeğin gelişimi insanoğlunun, kültürlerin ve toplumların gelişimiyle paralellik göstermektedir.
SALEPİN TARİHÇESİ
Salep kelimesi Arapça’dan dilimize geçmiştir. Manası tilki demektir. Eski eserlerde Tubera Salep karşılığı olarak “Husyet – ül salep” = ”tilki testisi” kullanılmıştır.
Salep, Diascorides zamanından beri tıp kitaplarında kayıtlı bulunan bir drogdur. Dioscorides “Materia Medica” adlı meşhur eserinde, orkidelerin renk, yaprak ve çiçekleri hakkında bilgi vermiş ayrıca köklerinden küçük olanı yiyenin kız, büyüğü yiyenin de erkek çocuğunun olacağı belirtmektedir.
İbn-i Sina’nın “Kanun” adlı eserin de saleple ilgili geniş bilgi bulunmaktadır. İbn-i Sina bu drogu afrodizyak, iştah açıcı, balgam artırıcı, felç giderici, zihin açıcı olarak önermektedir.
Malaga’lı botanikçi Ziyaeddin İbn El Baytar (1197-1249), 4. Murad’ın başhekimlerinden Emir çelebi, 2. Selim’in başhekimi Tabib Nidai, Salih bin Nasrullah eserlerinde salepten bahsetmişlerdir. Yine 1. Mehmet zamanında yaşamış olan Mehmed el şirvani tarafından önerilen Macun-u şahi’nin başlıca maddesi saleptir. 1691-1692 yılları arasında Mehmet Ali tarafından hazırlanan “Tercüme-i Cedide Filhavasıl Müfrede” adlı kitapta salep ve orkidelerle ilgili ayrıntılı bilgi vardır.
1.Mahmut devrinde (1730-1754) yaşamış olan Hüseyin oğlu Ahmed’in “Tühfet’ül Müminin” adlı Farsça kitaptan tercüme ederek hazırladığı “gunyat-al müshilin tercümeti tühfet-ül müminin” adlı eserinde salep ve onu veren bitkilerden bahsetmektedir.
Salep, Osmanlı sarayı’nın “Halvahane”sinde her sene padişahlar için pişen macunların kaydedildiği defterde de bulunmaktadır.
Buraya kadar verdiğimiz örnekler, salebin Osmanlılar’da ve daha önceki devirlerdeki tababette önemli bir yeri olduğunu, muhtelif formları halinde ve değişik gayeler için ilaç olarak kullanıldığını göstermektedir. Batı kaynaklarında da sinyatür teorisine göre, salebin Dioscorides’ten beri afrodizyak olarak Avrupa ve doğu ülkelerinde kullanıldığı belirtilmektedir.
Uzun yıllar bu gayeler için kullanılan salep artık soğuk kış gecelerimizi ısıtan, kısık sesimizi açan, göğsümüzü yumuşatan, bir içkinin veya sertliği ve hoş tadı ile sıcak yaz günlerinde aradığımız Maraş dondurmasının içinde bulunan, eski tarihi bir ilaç haline gelmiştir.
Salep, Diascorides zamanından beri tıp kitaplarında kayıtlı bulunan bir drogdur. Dioscorides “Materia Medica” adlı meşhur eserinde, orkidelerin renk, yaprak ve çiçekleri hakkında bilgi vermiş ayrıca köklerinden küçük olanı yiyenin kız, büyüğü yiyenin de erkek çocuğunun olacağı belirtmektedir.
İbn-i Sina’nın “Kanun” adlı eserin de saleple ilgili geniş bilgi bulunmaktadır. İbn-i Sina bu drogu afrodizyak, iştah açıcı, balgam artırıcı, felç giderici, zihin açıcı olarak önermektedir.
Malaga’lı botanikçi Ziyaeddin İbn El Baytar (1197-1249), 4. Murad’ın başhekimlerinden Emir çelebi, 2. Selim’in başhekimi Tabib Nidai, Salih bin Nasrullah eserlerinde salepten bahsetmişlerdir. Yine 1. Mehmet zamanında yaşamış olan Mehmed el şirvani tarafından önerilen Macun-u şahi’nin başlıca maddesi saleptir. 1691-1692 yılları arasında Mehmet Ali tarafından hazırlanan “Tercüme-i Cedide Filhavasıl Müfrede” adlı kitapta salep ve orkidelerle ilgili ayrıntılı bilgi vardır.
1.Mahmut devrinde (1730-1754) yaşamış olan Hüseyin oğlu Ahmed’in “Tühfet’ül Müminin” adlı Farsça kitaptan tercüme ederek hazırladığı “gunyat-al müshilin tercümeti tühfet-ül müminin” adlı eserinde salep ve onu veren bitkilerden bahsetmektedir.
Salep, Osmanlı sarayı’nın “Halvahane”sinde her sene padişahlar için pişen macunların kaydedildiği defterde de bulunmaktadır.
Buraya kadar verdiğimiz örnekler, salebin Osmanlılar’da ve daha önceki devirlerdeki tababette önemli bir yeri olduğunu, muhtelif formları halinde ve değişik gayeler için ilaç olarak kullanıldığını göstermektedir. Batı kaynaklarında da sinyatür teorisine göre, salebin Dioscorides’ten beri afrodizyak olarak Avrupa ve doğu ülkelerinde kullanıldığı belirtilmektedir.
Uzun yıllar bu gayeler için kullanılan salep artık soğuk kış gecelerimizi ısıtan, kısık sesimizi açan, göğsümüzü yumuşatan, bir içkinin veya sertliği ve hoş tadı ile sıcak yaz günlerinde aradığımız Maraş dondurmasının içinde bulunan, eski tarihi bir ilaç haline gelmiştir.
1963 yılında Gaziosmanpaşa'da 533 göçmene tapu verilmiş!
GAZİOSMANPAŞA ilçesinde, dün sabah İmar ve İskan Bakanı ile İçişleri Bakanı'nın hazır bulundukları bir merasimden sonra 533 göçmene, evlerinin tapuları verilmiştir. Resimde, muhtarın dağıttığı tapularını almak için sıra bekleyen göçmenler görülmektedir.
Gökay ile Bekata, dün 533 göçmene tapularını verdi.
Bakanlar, Taşlıtarla'da tapuları dağıtırken ''su ve yol derdi de halledilecek'' dediler.
İmar ve İskan Bakanı Fahrettin Kerim Gökay ile İçişleri Bakanı Hıfzı Oğuz Bekata, dün sabah Gaziosmanpaşa (Taşlıtarla) ilçesinde oturan 533 göçmene tapularını vermişlerdir. İlçeye erken saatlerde gelen bakanlar, ilçe meydanında halka hitaben birer konuşma yapmışlar ve ilçenin su ve yol dertleriyle de uğraşacaklarını söylemişlerdir. İçişleri Bakanı halka İnönü adına konuştuğunu belirtmiş ve ''Başbakan'ın, hepinizin gözlerinden öptüğünü söylemek üzere geldim'', demiştir.
Buradaki göçmenlere verilen tapular, hükümetin daha evvel programa aldığı ve Taşlıtarla'ya yerleştirilen Bulgaristan göçmenleri için yapılan ikişer odalı evlere aittir. Senelerdir buradaki evlerde oturan vatandaşlar, tapularını ellerine alınca sevinçlerini belirtmişler, davul ve zurnalarla şenlik yapmışlardır. Burada halen 100 binin üstünde vatandaş yaşamaktadır. Buraya son on sene içinde Yugoslavya ve Bulgaristan'dan 15 binin üstünde göçmen gelmiştir. Halkın büyük ekseriyetini ise Anadolu ve Trakya'dan gelip buradaki hazineye ait araziye yaptıkları gecekondulara yerleşenler teşkil etmektedir. Halen bunların oturdukları evlere tapu verilmiş değildir.
Gökay ile Bekata, dün 533 göçmene tapularını verdi.
Bakanlar, Taşlıtarla'da tapuları dağıtırken ''su ve yol derdi de halledilecek'' dediler.
İmar ve İskan Bakanı Fahrettin Kerim Gökay ile İçişleri Bakanı Hıfzı Oğuz Bekata, dün sabah Gaziosmanpaşa (Taşlıtarla) ilçesinde oturan 533 göçmene tapularını vermişlerdir. İlçeye erken saatlerde gelen bakanlar, ilçe meydanında halka hitaben birer konuşma yapmışlar ve ilçenin su ve yol dertleriyle de uğraşacaklarını söylemişlerdir. İçişleri Bakanı halka İnönü adına konuştuğunu belirtmiş ve ''Başbakan'ın, hepinizin gözlerinden öptüğünü söylemek üzere geldim'', demiştir.
Buradaki göçmenlere verilen tapular, hükümetin daha evvel programa aldığı ve Taşlıtarla'ya yerleştirilen Bulgaristan göçmenleri için yapılan ikişer odalı evlere aittir. Senelerdir buradaki evlerde oturan vatandaşlar, tapularını ellerine alınca sevinçlerini belirtmişler, davul ve zurnalarla şenlik yapmışlardır. Burada halen 100 binin üstünde vatandaş yaşamaktadır. Buraya son on sene içinde Yugoslavya ve Bulgaristan'dan 15 binin üstünde göçmen gelmiştir. Halkın büyük ekseriyetini ise Anadolu ve Trakya'dan gelip buradaki hazineye ait araziye yaptıkları gecekondulara yerleşenler teşkil etmektedir. Halen bunların oturdukları evlere tapu verilmiş değildir.
Davutpaşa Kışlası Tarihi
Davutpaşa Kışlası veya Davutpaşa Sahrası Rumeliye sefere çıkan Kapıkulu birliklerinin ilk menzili ve ordugahıdır. İstanbul'un II. Mehmed tarafından fethinden sonra Yeniçeri Ocağının ilgasına kadar olan süreçte Avrupa'ya sefere çıkan Osmanlı ordusunun toplanma merkezi olarak kullanılmıştır. Ordunun uğurlandığı sahra olan ve bütün dönemlerde askeri amaçlarla kullanılmış bulunan bu mevkinin yerleşim planları II. Beyazıt'ın veziriazamı Koca Davut Paşa tarafından yaptırılmış olduğu için burası Davutpaşa Sahrası (daha sonra Davutpaşa Kışlası) olarak anılagelmiştir.
Osmanlı Devleti zamanında, Davutpaşa Sahrası olarak bilinen ve ordunun sefere çıkmak için toplanma merkezi olan bu mevkii, Cumhuriyet döneminden sonra, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bünyesine girmiş ve Davutpaşa'ya askeri tesis yapılmıştır.
Daha sonra TSK'nin girmiş olduğu küçülme politikası ile bu yerleşim birim boşaltılmış, Yıldız Sarayı'nın iyice yıpranmasından dolayı yeni bir yerleşim alanı arayan Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörlüğü, Davutpaşa'ya taşınmaya karar vermiştir. Günümüzde ise Esenler ilçesinin 5 km batısında konumlanmış Yıldız Teknik Üniversitesi Davutpaşa Yerleşkesi olarak geçen yerleşim birimidir. Şu an için Yıldız Merkez Yerleşkesinde bulunan bölümlerden bazıları Davutpaşa Yerleşkesi'ne taşınmıştır.
Tarihçe
Kışlanın bulunduğu alandaki askeri yerleşimin Bizans dönemine kadar uzandığı; bölgenin, askeri ve saray törenlerine hizmet eden konumda olduğu; İstanbul'un alınması sırasında da askerin konaklamasına hizmet verdiği ve Sultan Mehmed'in otağının burada kurulmuş olduğu söylenir.
Bu işlevler Osmanlı döneminde de sürdürülmüş, bölge 15. yüzyıl'dan itibaren saray ve askeri törenlere hizmet veren bir alan olmuştur. Davutpaşa Kışlası, II. Mahmut'un (1808-1839) Yeniçeri Ocağı'nı tamamen ortadan kaldırarak yerine oluşturduğu Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı orduya kışla olarak yapılmıştır. Mimarı Krikor Amira Balyan olduğu tahmin edilen yapının 1826-1827 yılında başlanan inşaatı 1831-1832'de bitirilmiştir.
Burada askeri birliklerin ciddi bir disiplin ve planlı bir yerleşim sistemi içinde bir araya gelmelerine çok özen gösterilmekteydi. Ordugahta, Kapıkulu Ocağını oluşturan her bir ocağa ait birliklerin konaklayacağı yerler ve sıraları tek tek belirlenmişti. Birlikler, kendileri için ayrılan bölümlere yerleştikten sonra sayılarının ve donanımlarının kontrol edilebilmesi için teftiş ve yoklamalara tabi tutulmaktaydılar.
Kışla, Balkan Savaşları sırasında onarılarak göçmenlerin barınması için kullanılmış, I. Dünya Savaşı sırasında ise bir askeri hastane açılmış ve hastane 1920'de kapatılmıştır. Özgün işleviyle günümüze ulaşan Davutpaşa Kışlası, Yıldız Teknik Üniversitesi mülkiyetine verilmesi (1999 yılında) ile askeri işlevini tamamlayarak, eğitime hizmet veren kışla yapıları arasına katılmıştır[1].
Tüneller
Davutpaşa'da bircok kişinin bilmediği büyük bir yeraltı tünel ağı bulunmaktadır. TSK'ya geçtikten sonra, askerlerin yapmış oldukları mıntıka temizliği sırasında bulunan büyük yeraltı tünel ağı, daha sonra TSK tarafından güvenlik amacıyla kapatılmıs ve tünel girişleri gizlenmiştir. Üç askerin bu tünel içindeki zehirli gazlar tarafından zehirlenmesi, tünellerin kapatılma nedenleri arasındadır. Üniversite öğrencileri tarafından yapılan tünel incelemeleri sırasında, tünellerin birkac girişi bulunabilmiştir.
Çalışmalar
Son yıllarda inşaata büyük hız verilmiştir. 2006 başlarında İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ile yapılan anlaşma sonucu, YTÜ Davutpaşa Yerleşkesi'nin çevre düzenlemesi projesi İBB'ne verilmiştir.
Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu tarafından yapılan açıklamada, Davutpaşa yerleşkesi içersine ilk etapta 1000 kişilik bir yurt yapılmıştır.
Osmanlı Devleti zamanında, Davutpaşa Sahrası olarak bilinen ve ordunun sefere çıkmak için toplanma merkezi olan bu mevkii, Cumhuriyet döneminden sonra, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bünyesine girmiş ve Davutpaşa'ya askeri tesis yapılmıştır.
Daha sonra TSK'nin girmiş olduğu küçülme politikası ile bu yerleşim birim boşaltılmış, Yıldız Sarayı'nın iyice yıpranmasından dolayı yeni bir yerleşim alanı arayan Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörlüğü, Davutpaşa'ya taşınmaya karar vermiştir. Günümüzde ise Esenler ilçesinin 5 km batısında konumlanmış Yıldız Teknik Üniversitesi Davutpaşa Yerleşkesi olarak geçen yerleşim birimidir. Şu an için Yıldız Merkez Yerleşkesinde bulunan bölümlerden bazıları Davutpaşa Yerleşkesi'ne taşınmıştır.
Tarihçe
Kışlanın bulunduğu alandaki askeri yerleşimin Bizans dönemine kadar uzandığı; bölgenin, askeri ve saray törenlerine hizmet eden konumda olduğu; İstanbul'un alınması sırasında da askerin konaklamasına hizmet verdiği ve Sultan Mehmed'in otağının burada kurulmuş olduğu söylenir.
Bu işlevler Osmanlı döneminde de sürdürülmüş, bölge 15. yüzyıl'dan itibaren saray ve askeri törenlere hizmet veren bir alan olmuştur. Davutpaşa Kışlası, II. Mahmut'un (1808-1839) Yeniçeri Ocağı'nı tamamen ortadan kaldırarak yerine oluşturduğu Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı orduya kışla olarak yapılmıştır. Mimarı Krikor Amira Balyan olduğu tahmin edilen yapının 1826-1827 yılında başlanan inşaatı 1831-1832'de bitirilmiştir.
Burada askeri birliklerin ciddi bir disiplin ve planlı bir yerleşim sistemi içinde bir araya gelmelerine çok özen gösterilmekteydi. Ordugahta, Kapıkulu Ocağını oluşturan her bir ocağa ait birliklerin konaklayacağı yerler ve sıraları tek tek belirlenmişti. Birlikler, kendileri için ayrılan bölümlere yerleştikten sonra sayılarının ve donanımlarının kontrol edilebilmesi için teftiş ve yoklamalara tabi tutulmaktaydılar.
Kışla, Balkan Savaşları sırasında onarılarak göçmenlerin barınması için kullanılmış, I. Dünya Savaşı sırasında ise bir askeri hastane açılmış ve hastane 1920'de kapatılmıştır. Özgün işleviyle günümüze ulaşan Davutpaşa Kışlası, Yıldız Teknik Üniversitesi mülkiyetine verilmesi (1999 yılında) ile askeri işlevini tamamlayarak, eğitime hizmet veren kışla yapıları arasına katılmıştır[1].
Tüneller
Davutpaşa'da bircok kişinin bilmediği büyük bir yeraltı tünel ağı bulunmaktadır. TSK'ya geçtikten sonra, askerlerin yapmış oldukları mıntıka temizliği sırasında bulunan büyük yeraltı tünel ağı, daha sonra TSK tarafından güvenlik amacıyla kapatılmıs ve tünel girişleri gizlenmiştir. Üç askerin bu tünel içindeki zehirli gazlar tarafından zehirlenmesi, tünellerin kapatılma nedenleri arasındadır. Üniversite öğrencileri tarafından yapılan tünel incelemeleri sırasında, tünellerin birkac girişi bulunabilmiştir.
Çalışmalar
Son yıllarda inşaata büyük hız verilmiştir. 2006 başlarında İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ile yapılan anlaşma sonucu, YTÜ Davutpaşa Yerleşkesi'nin çevre düzenlemesi projesi İBB'ne verilmiştir.
Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu tarafından yapılan açıklamada, Davutpaşa yerleşkesi içersine ilk etapta 1000 kişilik bir yurt yapılmıştır.
Menderes’in Yıktırdığı Camiler ve Mescitler
DP ve Menderes döneminde İstanbul'daki tarihi cami ve mescit katliamı İstanbul'un imarı için getirilen Fransız Mimar Henry Prost eliyle gerçekleştirilmiştir. Zeki Bağlan Hoca, 2010 yılındaki bir konferansında bu gerçeği şöyle ifade etmiştir:
"(...) Hoca Sinan tarafından yaptırılan Azepler Mescidi Fatihli yıllardan kalmadır ama hamamı ile birlikte yola katılır. Kanuni devri hatırası Tüfenkhane Mescidi üç kuruşa satılır. Saraçhane Mescidinin üzerinde ise şu an resmi daireler vardır.
Prost, bu kadarla yetinmez. İkinci yıkım Furyası ile (1955-57) yol kenarında kalan mescidleri de ayıklar. Zeytinciler Mescidiyok edilir.. Voynuk Şücaeddin Camii'nin yıkım emrini kimin verdiği hiç anlaşılamaz. Hazire bile darma duman edilir, istanbul'un ilk Belediye Başkanı Hızır Bey'in mezarı ortada kalır. Arsalar tekrar camileştirilemesin diye hızla betonlaştırılır ki bu alanda iMÇ blokları yayılır.... Sadece 56-57 yılları arasında 54 camiyi yıktırır. Bunun yanında hamamların, tekkelerin, sebillerin, çeşmelerin hesabı yapılmaz..."
Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan imar çalışmaları, yol yapım çalışmaları 1940'lardan itibaren H. Prost eliyle şehrin tarihi dokusuna zarar verecek biçimde gerçekleştirilmiştir. İmar çalışmalarının ilk aşaması 1943'te sona ermiştir. O ilk aşamada, Azeblar Camii, Sekbanbaşı Mescidi, Firuzağa Mescidi, Revani Çelebi Camii yıkılmıştır. Bu yıkımlara 1950-1960 arasındaki DP döneminde devam edilmiştir: 1953'te Saraçhane Mescidi (Mimar Ayas Mescidi), Karagöz Mescidi ile tarihi medreseler, çeşmeler ve mektepler yıkılmıştır.
Prof. İlber Ortaylı, Milliyet gazetesinde "Cami Olmaktan Çıkan Camiler" başlıklı yazısında Menderes'in İstanbul'da Mimar Sinan'ın mescitlerini, camilerini buldozerle yıktırdığını, ancak hiçbir Müslümanın nedense bu gerçekten söz etmediğini şöyle ifade etmiştir: "70 ila 50 sene evvelinin camiyi ambar yapma, kışla yapma olaylarını tekrarlamak ne tarihi açıklamaya yeter ne de politika yapmaya, üstelik yeterince delil de ileri sürülmüyor. Falan mahallelerdeki camilerin depo yapıldığı söyleniyor ama Menderes’in imar çalışmaları sırasında rölöveleri ve albümleri bile çıkarılmadan tarihe gömülen Mimar Sinan mescitlerinden, Beyazıt’ta yıkılan Kemankeş Kara Mustafa Paşa Camii ve medresesinden, Topkapı’daki Kara Ahmet Paşa’nın Mimar Sinan eseri zarif sebilinden (ki bence istisnai bir Rönesans tipi fontanaydı, inşaat makinelerini dayayıp yıkılışını gözümle gördüm) bahseden Müslüman yok. Bu memleketin tahribi şu veya bu grubun işi değildir. Toptan yaptığımız bir kepazeliktir."
İstanbul'un tarihini en iyi bilen Türkiye’nin sayılı sanat tarihçilerinden Prof. Dr. Semavi Eyice, Milliyet gazetesinde Neşe Mesutoğlu'na verdiği röportajda, Menderes’in bazı camileri yıktırdığını ileri sürmüştür.
1950’lerde Yeni Sabah gazetesinde yazar olan Semavi Eyice, Adnan Menderes'in Sekban Paşa Mescidi, Mimar Ayaz Camii, Velide Camii'nin türbesi gibi dini eserleri yol yapmak için yıktırdığını anlatmıştır.
Eyice, kendisinin bu cami, mescit ve türbelerin yıkılmasına gazetesinde itiraz ettiğini ancak uyarıldığını da belirtmiştir. Eyice, Türk tarihi için önemli olan Zeyrek evlerinin de bu dönemde yıkıldığını söylemiştir.
Prof. Semavi Eyice, “Sanat Alemi” dergisinden Ülkü Ö Akagündüz’e verdiği röportajda da bu gerçeğin altını çizmiştir:
İşte Semavi Eyice’in o röportajından bazı bölümler:
“Menderes döneminde nice ibadethaneler şuursuzca yıkıldı. (Menderes'in) adına görkemli bir türbe yapıldı; ama günahı da çoktu hani.” diyen Eyice, İstanbul’da geniş caddelere, meydanlara ve yeşil sahalara karışıp giden elliden fazla caminin bazısı, projeleri hiç tehdit etmediği hâlde biraz da keyfî uygulamalarla ortadan kaldırılmış. Semavi Hoca, Menderes’in açtırdığı Atatürk Bulvarı’na kurban giden iki camiden şöyle söz ediyor:
"Bozdoğan kemerinden Aksaray’a inerken sağda iki küçük cami vardı. Baba Hasan Alemi ve Oruç Gazi Camileri. Baba Hasan Alemi’yi daha o zaman vakıflar kiraya vermişti. Hatta bir öğretmen oturuyordu içinde. Cadde üstünde olmamasına rağmen yıktılar onu. Oruç Gazi mamurdu, kullanılıyordu. Hiç lüzumu yokken yıkıldı o da. Bulvar açıldığında, dört tarafında servi ağaçlarıyla çok şirin bir durumu vardı, caddeden dışarıda ve biraz çukurdaydı zaten. Kimin aklına estiyse, lüzumsuz burada dediler, yıktılar.”
“Adana’da kentin göbeğinde, camisi, medresesi, kütüphanesiyle görkemli bir külliye düşünün. 1650’lerde Cafer Paşa yaptırmış, 1950’de cadde genişleyecek bahanesiyle yıkılmış. Ne var ki arsa hala boş, külliye yıkıldığı ile kalmış, şehrin anıtsal yapısının yerinde şimdi çömlekçi var".
İşte İstanbul'da DP döneminde Menderes'in yıktırdığı ve tahrip ettirdiği tarihi camilerden bazıları:
1465 tarihinde inşa edilmiş olan tarihi Murat Paşa Camii Vatan caddesi yapılırken 1957'de yıkılmıştır.
Pertevniyal Lisesi yakınlarında bulunan tarihi Oruç Gazi Camii, 1956 yılında yol yapım çalışmaları sırasında yıktırılmıştır.
Yeni Kapı yakınlarında Fatih döneminden kalma 1479 tarihli Çakır Ağa Camii yine yol yapım çalışmaları nedeniyle 1958'de yıkılmıştır.
Aksaray'da Vatan cadesinin başlangıcında yer alan Fatih döneminden kalma Camcılar Camii ve çeşmeleri, 1957 yılında yol yapım çalışmaları nedeniyle yıkılmıştır.
Aksaray'da,1555 yapımı tarihi Kazasker Abdurrahman Camii 1957'de yol yapım çalışmaları nedeniyle yıkılmıştır.
Karaköy Kabataş arasında -bugünkü Mimar Sinan Üniveristesi'nin tam karşısındaki- Salıpazarı Süheyl Bey Camii 1957'de yol yapım çalışmaları sırasında yıkılmıştır.
Karaköy Kabataş arasındaki 1878-1879 yapımı, özgün mimariye sahip çok nadide eserlerden biri olan Karaköy Mescidi veya camisi 1958'de yol yapım çalışmaları sırasında yıkılmıştır.
Karaköy Kabataş arasındaki II. Mahmut döneminden kalma, 1826 yapımı, tarihi Nusretiye camii ve sebili 1958'de yol yapımı sırasında tahrip edilmiştir.
Karaköy Kabataş arasındaki Mimar Sinan eserlerinden Kılıçali Paşa Camii ve dükkanları 1958'de yol yapım çalışmaları sırasında tahrip edilmiş, bazı duvarları yıkılarak yeniden yapılmıştır.
İstanbul'un birçok tarihi camisini yıktıran DP ve Menderes, (tarihi camilerin bakım ve onarımı konusunda çıkarılan yasaya rağmen)İstanbul'un abidevi camilerine de ilgisiz kalmıştır. Bu durum dönemin basınınca eleştirilmiştir. Örneğin, Sultanahmet Camii'nin etrafının gecekondularla kuşatılmasını ve bakımsızlığını Metin Engin, 1953 yılında Cumhuriyet gazetesinde şöyle eleştirmiştir: "İstanbul'un en büyük tarihi abidelerinden olan Sultanahmet Camisi gecekonduların ve usulsuz inşaatın istilası altında... üç beş teneke parçası ya da taş bulan her şahıs caminin duvarına bitişik bir gecekondu inşa ediyor. Sultanahmet Camisi'nin hali ise büsbütün utanç verici.1950'de Vakıflar tarafından tamir edilirken bir amalenin dikkatsizliği yüzünden kül olan, camiye bitişik mahfil-i hümayun üç seneden beri harap ve yanık bir vaziyette bırakılmış.Bu feci manzara muhteşem caminin bütün güzelliğini ortadan kaldırmaya kafi geliyor. Vakıflar Umum Müdürlüğü acaba neden burasını tamir edip camiyi bu çirkin vaziyetten kurtaramaz."
"(...) Hoca Sinan tarafından yaptırılan Azepler Mescidi Fatihli yıllardan kalmadır ama hamamı ile birlikte yola katılır. Kanuni devri hatırası Tüfenkhane Mescidi üç kuruşa satılır. Saraçhane Mescidinin üzerinde ise şu an resmi daireler vardır.
Prost, bu kadarla yetinmez. İkinci yıkım Furyası ile (1955-57) yol kenarında kalan mescidleri de ayıklar. Zeytinciler Mescidiyok edilir.. Voynuk Şücaeddin Camii'nin yıkım emrini kimin verdiği hiç anlaşılamaz. Hazire bile darma duman edilir, istanbul'un ilk Belediye Başkanı Hızır Bey'in mezarı ortada kalır. Arsalar tekrar camileştirilemesin diye hızla betonlaştırılır ki bu alanda iMÇ blokları yayılır.... Sadece 56-57 yılları arasında 54 camiyi yıktırır. Bunun yanında hamamların, tekkelerin, sebillerin, çeşmelerin hesabı yapılmaz..."
Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan imar çalışmaları, yol yapım çalışmaları 1940'lardan itibaren H. Prost eliyle şehrin tarihi dokusuna zarar verecek biçimde gerçekleştirilmiştir. İmar çalışmalarının ilk aşaması 1943'te sona ermiştir. O ilk aşamada, Azeblar Camii, Sekbanbaşı Mescidi, Firuzağa Mescidi, Revani Çelebi Camii yıkılmıştır. Bu yıkımlara 1950-1960 arasındaki DP döneminde devam edilmiştir: 1953'te Saraçhane Mescidi (Mimar Ayas Mescidi), Karagöz Mescidi ile tarihi medreseler, çeşmeler ve mektepler yıkılmıştır.
Prof. İlber Ortaylı, Milliyet gazetesinde "Cami Olmaktan Çıkan Camiler" başlıklı yazısında Menderes'in İstanbul'da Mimar Sinan'ın mescitlerini, camilerini buldozerle yıktırdığını, ancak hiçbir Müslümanın nedense bu gerçekten söz etmediğini şöyle ifade etmiştir: "70 ila 50 sene evvelinin camiyi ambar yapma, kışla yapma olaylarını tekrarlamak ne tarihi açıklamaya yeter ne de politika yapmaya, üstelik yeterince delil de ileri sürülmüyor. Falan mahallelerdeki camilerin depo yapıldığı söyleniyor ama Menderes’in imar çalışmaları sırasında rölöveleri ve albümleri bile çıkarılmadan tarihe gömülen Mimar Sinan mescitlerinden, Beyazıt’ta yıkılan Kemankeş Kara Mustafa Paşa Camii ve medresesinden, Topkapı’daki Kara Ahmet Paşa’nın Mimar Sinan eseri zarif sebilinden (ki bence istisnai bir Rönesans tipi fontanaydı, inşaat makinelerini dayayıp yıkılışını gözümle gördüm) bahseden Müslüman yok. Bu memleketin tahribi şu veya bu grubun işi değildir. Toptan yaptığımız bir kepazeliktir."
İstanbul'un tarihini en iyi bilen Türkiye’nin sayılı sanat tarihçilerinden Prof. Dr. Semavi Eyice, Milliyet gazetesinde Neşe Mesutoğlu'na verdiği röportajda, Menderes’in bazı camileri yıktırdığını ileri sürmüştür.
1950’lerde Yeni Sabah gazetesinde yazar olan Semavi Eyice, Adnan Menderes'in Sekban Paşa Mescidi, Mimar Ayaz Camii, Velide Camii'nin türbesi gibi dini eserleri yol yapmak için yıktırdığını anlatmıştır.
Eyice, kendisinin bu cami, mescit ve türbelerin yıkılmasına gazetesinde itiraz ettiğini ancak uyarıldığını da belirtmiştir. Eyice, Türk tarihi için önemli olan Zeyrek evlerinin de bu dönemde yıkıldığını söylemiştir.
Prof. Semavi Eyice, “Sanat Alemi” dergisinden Ülkü Ö Akagündüz’e verdiği röportajda da bu gerçeğin altını çizmiştir:
İşte Semavi Eyice’in o röportajından bazı bölümler:
“Menderes döneminde nice ibadethaneler şuursuzca yıkıldı. (Menderes'in) adına görkemli bir türbe yapıldı; ama günahı da çoktu hani.” diyen Eyice, İstanbul’da geniş caddelere, meydanlara ve yeşil sahalara karışıp giden elliden fazla caminin bazısı, projeleri hiç tehdit etmediği hâlde biraz da keyfî uygulamalarla ortadan kaldırılmış. Semavi Hoca, Menderes’in açtırdığı Atatürk Bulvarı’na kurban giden iki camiden şöyle söz ediyor:
"Bozdoğan kemerinden Aksaray’a inerken sağda iki küçük cami vardı. Baba Hasan Alemi ve Oruç Gazi Camileri. Baba Hasan Alemi’yi daha o zaman vakıflar kiraya vermişti. Hatta bir öğretmen oturuyordu içinde. Cadde üstünde olmamasına rağmen yıktılar onu. Oruç Gazi mamurdu, kullanılıyordu. Hiç lüzumu yokken yıkıldı o da. Bulvar açıldığında, dört tarafında servi ağaçlarıyla çok şirin bir durumu vardı, caddeden dışarıda ve biraz çukurdaydı zaten. Kimin aklına estiyse, lüzumsuz burada dediler, yıktılar.”
“Adana’da kentin göbeğinde, camisi, medresesi, kütüphanesiyle görkemli bir külliye düşünün. 1650’lerde Cafer Paşa yaptırmış, 1950’de cadde genişleyecek bahanesiyle yıkılmış. Ne var ki arsa hala boş, külliye yıkıldığı ile kalmış, şehrin anıtsal yapısının yerinde şimdi çömlekçi var".
İşte İstanbul'da DP döneminde Menderes'in yıktırdığı ve tahrip ettirdiği tarihi camilerden bazıları:
1465 tarihinde inşa edilmiş olan tarihi Murat Paşa Camii Vatan caddesi yapılırken 1957'de yıkılmıştır.
Pertevniyal Lisesi yakınlarında bulunan tarihi Oruç Gazi Camii, 1956 yılında yol yapım çalışmaları sırasında yıktırılmıştır.
Yeni Kapı yakınlarında Fatih döneminden kalma 1479 tarihli Çakır Ağa Camii yine yol yapım çalışmaları nedeniyle 1958'de yıkılmıştır.
Aksaray'da Vatan cadesinin başlangıcında yer alan Fatih döneminden kalma Camcılar Camii ve çeşmeleri, 1957 yılında yol yapım çalışmaları nedeniyle yıkılmıştır.
Aksaray'da,1555 yapımı tarihi Kazasker Abdurrahman Camii 1957'de yol yapım çalışmaları nedeniyle yıkılmıştır.
Karaköy Kabataş arasında -bugünkü Mimar Sinan Üniveristesi'nin tam karşısındaki- Salıpazarı Süheyl Bey Camii 1957'de yol yapım çalışmaları sırasında yıkılmıştır.
Karaköy Kabataş arasındaki 1878-1879 yapımı, özgün mimariye sahip çok nadide eserlerden biri olan Karaköy Mescidi veya camisi 1958'de yol yapım çalışmaları sırasında yıkılmıştır.
Karaköy Kabataş arasındaki II. Mahmut döneminden kalma, 1826 yapımı, tarihi Nusretiye camii ve sebili 1958'de yol yapımı sırasında tahrip edilmiştir.
Karaköy Kabataş arasındaki Mimar Sinan eserlerinden Kılıçali Paşa Camii ve dükkanları 1958'de yol yapım çalışmaları sırasında tahrip edilmiş, bazı duvarları yıkılarak yeniden yapılmıştır.
İstanbul'un birçok tarihi camisini yıktıran DP ve Menderes, (tarihi camilerin bakım ve onarımı konusunda çıkarılan yasaya rağmen)İstanbul'un abidevi camilerine de ilgisiz kalmıştır. Bu durum dönemin basınınca eleştirilmiştir. Örneğin, Sultanahmet Camii'nin etrafının gecekondularla kuşatılmasını ve bakımsızlığını Metin Engin, 1953 yılında Cumhuriyet gazetesinde şöyle eleştirmiştir: "İstanbul'un en büyük tarihi abidelerinden olan Sultanahmet Camisi gecekonduların ve usulsuz inşaatın istilası altında... üç beş teneke parçası ya da taş bulan her şahıs caminin duvarına bitişik bir gecekondu inşa ediyor. Sultanahmet Camisi'nin hali ise büsbütün utanç verici.1950'de Vakıflar tarafından tamir edilirken bir amalenin dikkatsizliği yüzünden kül olan, camiye bitişik mahfil-i hümayun üç seneden beri harap ve yanık bir vaziyette bırakılmış.Bu feci manzara muhteşem caminin bütün güzelliğini ortadan kaldırmaya kafi geliyor. Vakıflar Umum Müdürlüğü acaba neden burasını tamir edip camiyi bu çirkin vaziyetten kurtaramaz."
Pazariçi, Gaziosmanpaşa Tarihi
Gaziosmanpaşa'nın en eski ve büyük mahallelerindendir. Merkeze çok yakındır. Gaziosmanpaşa gibi Eyüp sınırındadır.
1992 yılında mahallelilerden Fehim Şanlı ve arkadaşlarının uğraşlarıyla Karlıtepe Mahallesinden ayrılarak kurulmuş olup şu anki nüfusu 25.000'dir.
İlk Muhtarı Fehim Şanlı'dır.
Mahalle 1950'lerin hemen başında Bulgaristan göçmenlerinin gelişiyle kurulmuş, başta Yugoslavya ve Selanik olmak üzere Rumeli göçmenlerinin yerleşmesine müteakip gelişmiştir. 1980'li yıllardan sonra mahalleye Anadolu'nun her tarafından insanlar gelmiş olup, özellikle Samsun, Diyarbakır, Giresun, Ordu, Tokat, Sivas gibi illerden gelenler mahalle nüfusu içinde artan nüfusa sahiptir.
Pazar günleri, eskiden Gaziosmanpaşa merkezden başlayıp Pazariçi-Sondurağa kadar kurulan ve mahalleye "Pazariçi" adını veren Pazar şimdi Bozhane ve Pazariçi Camii arasında kurulmaktadır.
Mahallede, Sağlık Ocağı 2008, PTT 2009 yılında hizmete girmiştir.
Muhtarlar
Fehim Şanlı (1992-2003)
Fazlı Özyurt (2003-2004)
Halil Usta (2004-)
1992 yılında mahallelilerden Fehim Şanlı ve arkadaşlarının uğraşlarıyla Karlıtepe Mahallesinden ayrılarak kurulmuş olup şu anki nüfusu 25.000'dir.
İlk Muhtarı Fehim Şanlı'dır.
Mahalle 1950'lerin hemen başında Bulgaristan göçmenlerinin gelişiyle kurulmuş, başta Yugoslavya ve Selanik olmak üzere Rumeli göçmenlerinin yerleşmesine müteakip gelişmiştir. 1980'li yıllardan sonra mahalleye Anadolu'nun her tarafından insanlar gelmiş olup, özellikle Samsun, Diyarbakır, Giresun, Ordu, Tokat, Sivas gibi illerden gelenler mahalle nüfusu içinde artan nüfusa sahiptir.
Pazar günleri, eskiden Gaziosmanpaşa merkezden başlayıp Pazariçi-Sondurağa kadar kurulan ve mahalleye "Pazariçi" adını veren Pazar şimdi Bozhane ve Pazariçi Camii arasında kurulmaktadır.
Mahallede, Sağlık Ocağı 2008, PTT 2009 yılında hizmete girmiştir.
Muhtarlar
Fehim Şanlı (1992-2003)
Fazlı Özyurt (2003-2004)
Halil Usta (2004-)
Polonezköy Tarihi
Polonezköy, 1830 Polonya Ayaklanması’nda hükümet başkanı, sonra da Polonyalı sürgünlerin lideri Prens Adam Czartoryski tarafından 1842’de kuruldu. Kurucusundan ötürü önce Adampol adını aldı.
Başta, Saint Benoit Fransız Lisesi’ni yöneten Lazarist rahipler tarafından çiftlik olarak düzenlendi. İlk zamanlarında 12 kişinin oturduğu bu Polak köyü zamanla kalabalıklaştı. Şimdilerde ise ünlü kahvaltıcıları ve yemyeşil doğasıyla kentin arka bahçesine dönüştü.
Başta, Saint Benoit Fransız Lisesi’ni yöneten Lazarist rahipler tarafından çiftlik olarak düzenlendi. İlk zamanlarında 12 kişinin oturduğu bu Polak köyü zamanla kalabalıklaştı. Şimdilerde ise ünlü kahvaltıcıları ve yemyeşil doğasıyla kentin arka bahçesine dönüştü.
Taşlıtarla - Gaziosmanpaşa Tarihi
Halk arasında Taşlıtarla, Taştarla olarak da söylenmekte.
Günümüzden 30, 40 yıl önce, Beyoğlu'ndan sonra gelen en hareketli gece hayatina sahip semtlerden biriydi.
Şimdiki belediye binasinin oldugu yer ve civarında, sayısız gazinosu ve meyhanesi vardı.
Taşlıtarla ve Küçükköy Mevkii olarak bilinen Gaziosmanpaşa, 1950′li yıllardan sonra gelişmiş, 1983 yılında da ilçe yapılmıştır.
Gaziosmanpaşa ilçe alanı eskiden Eyüp ve Çatalca ilçelerinin sınırları içindeydi. Bugün ilçe merkezinin bulunduğu güneydoğudaki topraklar 1950′lere kadar boştu. Eyüp ilçe sınırları içindeki bu topraklar kıraç ve taşlı olduğundan halk arasında Taşlıtarla olarak adlandırılırdı.
1950′den önce burada hayvancılıkla uğraşanların kurduğu ağıllarla bir kaç atölye tipi imalathane vardı. 1952 yılında Balkan Göçmenlerine devletin yaptırdığı evlerle başlayan Taşlıtarla serüveni, 1960′lı yıllardan itibaren sanayinin Rami ve Eyüp’e kaymasıyla korkunç bir ivme kazandı ve bugünkü dev Gaziosmanpaşa ilçesi çıktı. Bir bakıma Taşlıtarla, Gaziosmanpaşa ilçesinin çekirdeği sayılmaktadır.
Düne kadar kentin varoşu olan Taşlıtarla bugün dev gökdelenleri, alışveriş merkezleri, bilgisayarlı okulları ve eğlence merkezleriyle modern bir görünüm kazandı.
Taşlıtarla 1958′e kadar Eyüp’ün Rami Bucağı’na bağlı olan Küçükköy’ün bir mahallesiydi. 1962′de yapılan bir araştırmaya göre Taşlıtarla’daki 18 bin gecekonduda yaklaşık 90 bin kişinin yaşadığı tahmin edilmekteydi. Nüfusun hızla artmasına bağlı olarak Eyüp İlçesi’nde kurulan Göktepe Bucağı’nın merkezi durumundaki Taşlıtarla, 1963′te bucak çevresindeki alanlarda oluşturulan Gaziosmanpaşa İlçesinin merkezi oldu ve bundan sonra Gaziosmanpaşa adıyla anılmaya başladı.
Günümüzden 30, 40 yıl önce, Beyoğlu'ndan sonra gelen en hareketli gece hayatina sahip semtlerden biriydi.
Şimdiki belediye binasinin oldugu yer ve civarında, sayısız gazinosu ve meyhanesi vardı.
Taşlıtarla ve Küçükköy Mevkii olarak bilinen Gaziosmanpaşa, 1950′li yıllardan sonra gelişmiş, 1983 yılında da ilçe yapılmıştır.
Gaziosmanpaşa ilçe alanı eskiden Eyüp ve Çatalca ilçelerinin sınırları içindeydi. Bugün ilçe merkezinin bulunduğu güneydoğudaki topraklar 1950′lere kadar boştu. Eyüp ilçe sınırları içindeki bu topraklar kıraç ve taşlı olduğundan halk arasında Taşlıtarla olarak adlandırılırdı.
1950′den önce burada hayvancılıkla uğraşanların kurduğu ağıllarla bir kaç atölye tipi imalathane vardı. 1952 yılında Balkan Göçmenlerine devletin yaptırdığı evlerle başlayan Taşlıtarla serüveni, 1960′lı yıllardan itibaren sanayinin Rami ve Eyüp’e kaymasıyla korkunç bir ivme kazandı ve bugünkü dev Gaziosmanpaşa ilçesi çıktı. Bir bakıma Taşlıtarla, Gaziosmanpaşa ilçesinin çekirdeği sayılmaktadır.
Düne kadar kentin varoşu olan Taşlıtarla bugün dev gökdelenleri, alışveriş merkezleri, bilgisayarlı okulları ve eğlence merkezleriyle modern bir görünüm kazandı.
Taşlıtarla 1958′e kadar Eyüp’ün Rami Bucağı’na bağlı olan Küçükköy’ün bir mahallesiydi. 1962′de yapılan bir araştırmaya göre Taşlıtarla’daki 18 bin gecekonduda yaklaşık 90 bin kişinin yaşadığı tahmin edilmekteydi. Nüfusun hızla artmasına bağlı olarak Eyüp İlçesi’nde kurulan Göktepe Bucağı’nın merkezi durumundaki Taşlıtarla, 1963′te bucak çevresindeki alanlarda oluşturulan Gaziosmanpaşa İlçesinin merkezi oldu ve bundan sonra Gaziosmanpaşa adıyla anılmaya başladı.
İstanbul Tarihi
İstanbul'un yerleşim tarihi Paleolitik Çağa değin uzanır. Yapılan kazılar sonucunda Yanmburgaz Mağarasında Pale-olitik Çağa, Fikirtepe ve Pendik'te ise Kalkolitik Çağa (İÖ 5500-3500) ait buluntular ele geçmiştir. Ayrıca Sarayburnu'nda Trakyalıların kurduğu Lygos adlı bir kentin duvar kalıntılarına, Kadıköy'de de Fenikelilerden kalma yapı kalıntılarına rastlanmıştır.
Bugünkü kentin çekirdeğini oluşturan ilk yerleşmeler, İÖ 7. yüzyılda Megaralılar tarafından kuruldu. Dorlann istila ettiği Yunanistan'dan kaçan Megaralılar, İO 680'de Propontis'i (Marmara Denizi) geçerek geldikleri bugünkü Kadıköy'ün Moda burnunda Khalkedon ya da Kalkhedon adıyla kurduklan kente yerleştiler. Trak kökenli komutan Byzas önderliğinde yola çıkan Megaralıların bir başka kolu da Delphoi kahininin öğüdüne uyarak İÖ 660'ta Khalkedon'un karşı kıyısında, bugünkü Sarayburnu çevresinde bir kent kurdular. Megaralılar kente önderlerinin adım vererek Byzantion dediler. Genel olarak, Khalkedonluların tarımsal üretimle Byzan-tionluların ise ticaretle uğraştıklarına inanılır.
Ulaşım ve savunma açısından üstün bir konumdaki Byzantion, kuruluşunu izleyen iki yüzyıl boyunca hızla büyüdü. İÖ 5. yüzyılda, parası Yunan kolonilerinde geçen bağımsız bir ticaret kentiydi. İÖ 513'te Perelerin ele -geçirdiği kent, Trakya'da kurulan satraphğa bağlandı. İÖ 476-475'te Delos Birlıği'ne katılan Khalkedon ve Byzantion, İÖ 405'te Spartalılann eline geçti.
İÖ 318'de İskender'in komutanlarından Antigonos, Byzantion'u aldı. İskender'in Yunan kentlerine ve onların denetim alanlarına egemen olmasıyla siyasal ağırlık merkezi Eşe'nin kuzeyine kaydı ve Byzantion bu yeni yapı içinde giderek önem kazanıp dönemin başlıca ticaret merkezlerinden biri oldu. Byzantion, İÖ 280'de batıdan gelen Galatların akınlarına uğradı. Çok eskiden yöreye gelerek yerleşmiş olan Trakya kökenli Bi-tinyalılar İÖ 280'de İstanbul Boğazı ile Sakarya arasındaki alanda bir krallık kurdular. Bu dönemde Makedonyalıların saldırısına uğrayan Byzantion, saldırıyla karşılaşan öteki kentlerle birlikte Roma'nın korumasını istedi. İÖ 74'te de Bitinya kralı IV. Nikomedes vasiyet yoluyla ülkesini Roma' ya bırakınca, Byzantion tümüyle Roma'ya bağlandı. Byzantion, İS 73'te Roma'nın Bitinya-Pontus Eyaleti sınırlan içindeydi.
330'da Roma imparatoru I. Constantinus (Büyük), kenti başkent ilan edince, Byzantion adı Konstantinopolis olarak değiştirildi. Daha sonra Constantinus'un Hıristiyanlığı kabul etmesiyle, Konstantinopolis, ortaçağ boyunca Hıristiyanlığın en önemli kültür ve sanat, zaman zaman da en önemli siyasal ve ekonomik merkezi oldu.
395'te Roma İmparatorluğu'nun ikiye bölünmesinden sonra Konstantinopolis, Doğu Roma İmparatorluğu olarak da bilinen Bizans İmparatorluğu'nun(*) başkenti oldu. 4. yüzyılın sonlarına doğru kente, özellikle Trakya'dan getirilen halklar yerleştirildi; nüfusu 5. yüzyıl başında 100 bini aşan Konstantinopolis, Roma'dan bile kalabalık bir kent haline geldi. Kent nüfusunun artmasıyla birlikte bugünkü Galata'mn yerinde Sycae ya da Sykai adlanyla anılan yan kent konumunda bir dış mahalle oluştu. 440'ta Hunlann saldırısına uğrayan Konstantinopolis, I. Anastasios (491-518) ve I. Iustinianos (527-565) dönemleri boyunca siyasal kargaşalar, iç savaşlar, ayaklanmalar yaşadı. Bu arada giderek büyüyen ve ticari önem kazanan Sycae, I. Iustinianos döneminde Khrysokeras (Haliç) üzerinde, bugünkü Ayvansaray ile Kasımpaşa arasına kurulan bir köprüyle kente bağlandı.
7. yüzyıla Sasaniler ve Avarlar, 8. yüzyılda Bulgarlar ve Araplar, 9. yüzyılda Ruslar ve Bulgarlar Konstantinopolis'e birçok kez saldırdılar ve kuşattılar, ama ele geçiremediler.
Konstantinopolis, 1204'te Haçlılar tarafından işgal edilerek büyük ölçüde tahrip edildi. Kent 1261'e değin Latin İmparatorluğu'nun merkezi oldu. Haçlı seferleri sırasında oluşan yeni ticari ilişkiler ve buna bağlı olarak ticaret yollarının değişmesi Konstantinopolis'i Bizans'ın bütünsel yapısının merkezi olmaktan çıkardı. Dönemin güç merkezleri olarak beliren Piza, Venedik ve Cenova, elde ettikleri imtiyazlarla Sycae ile ardındaki yamaçlarda yer alan Pera'da bir ticaret merkezi kurdular.. 14. yüzyıla girilirken Konstantinopolis surlarla çevrili, tarımsal üretime dayalı bir yapı içinde gitgide çökerken, Halic'in karşı kıyısında Galata ticarete dayalı parlak bir yaşam sürüyordu. Bu dönemde Galata gümrüğünün yıllık geliri, Konstantinopolis gümrüğünde elde edilen yıllık gelirin yedi katına ulaşıyordu.
Osmanlılar Konstantinopolis'i ilk kez I. Bayezid (Yıldırım) döneminde (1389-1402) kuşattılar. I. Bayezid'in 1391'deki ve sonraki kuşatmaları ile II. Murad'ın 1422'deki kuşatması sonuç vermedi. Konstantinopolis'i Osmanlı topraklarına II. Mehmed kattı (1453) ve bu nedenle kendisine'Fatih sam verildi. Osmanlı başkentinin Edirne'den Konstantinopolis'e taşınmasıyla yem bir dönem başladı. Kentte düzenin sağlanmasından sonra, kuşatma başlamadan ayrılan Rumların geri dönmesi sağlandığı gibi, Anadolu ve Trakya'da yaşayanların bir bölümü de kente, yerleşmeye özendirildi. I. Selim (Yavuz) Mısır Seferi'nden (1517) dönüşünde kutsal emanetleri getirerek halife unvanını alınca, kent başkentliğin yanında halifeliğin merkezi olma işlevini de üstlendi. Kent uzun süre Konstantinopolis adıyla ya da yalnızca polis (kent) sözcüğüyle anıldı. Günlük konuşmada sık sık kullanılan eis ten potin (Yunancada "kente doğru") biçimindeki cümlecik, Osmanlı döneminde Stim-bol, Estanbul, İştambol gibi değişimler geçirdikten sonra İstanbul'a dönüştü. Kent Dersaadet ve Asitane adlarıyla da anıldı.
İstanbul, Osmanlı egemenliği altında uzun bir barış dönemi geçirdi. 19. yüzyıla değin yaşanan olaylardan en önemlileri 1589, 1593,1622,1656 ve 1730 yıllarındaki yeniçeri ayaklanmaları, çeşitli yangınlar ve büyük yıkımlara yol açan depremlerdir (bak. İstanbul depremleri; İstanbul yangınları). 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl başlan Osmanlı Devleti' nin en çalkantıh dönemi oldu. Ekonomik durgunluğun ve art arda yenilgilerle sonuçlanan savaşların yarattığı çöküş, İstanbul'a doğrudan yansıdı. 1839'da Tanzimat Ferma-nı'nm, 1876'da I. Meşrutiyet'in, 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanı, 1909'da yaşanan 31 Mart Olayı ve Hareket Ordusu'nun II. Abdülhamid'i tahttan indirmesi, 1912'de başlayan Balkan Şavaşlan'nda Bulgarların Çatalca'ya kadar ilerlemesi ve ardından I. Dünya Savaşı'nın başlaması bu dönemin en önemli olaylandır. Mondros Mütarekesi'nin (30 Ekim 1918) imzalanmasından sonra parçalanan Osmanlı Devleti'nin bütün yükü bir anlamda başkent İstanbul'a bindi. Kent, Anadolu'da başlayan örgütlenme ve direnişin resmen dışında kalmasına karşın, dönemin bütün çalkantısını yaşadı. İzmir'in işgalini kınamak amacıyla 23 ve 30 Mayıs 1919'da gerçekleştirilen Sultanahmet mitingleri büyük yankılar yarattı.
İstanbul 15-16 Mart 1920'de İtilaf Devletleri tarafından fiilen işgal edildi ve Heyet-i Mebusan kapatıldı. 23 Nisan 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) kurulması, sarayı ve bir anlamda istanbul'u boşlukta bıraktı. TBMM 1 Kasım 1922'de saltanat ye hilafetin ayrıldığını, Osmanlı Devleti'nin son bulduğunu ve TBMM Hükümeti'nin kurulduğunu ilan etti. Kentin TBMM Hükümeti'nin denetimine geçmesinden sonra son Osmanlı padişahı VI. Mehmed (Vahideddin) 17 Kasım 1922'de İstanbul'u terk etti. 6 Ekim. 1923'te Türk birliklerinin kente girmesiyle İstanbul işgalden kurtuldu. 13 Ekim 1923'te Ankara başkent ilan edildi ve İstanbul yüzyıllardır sürdürdüğü başkentlik işlevini yitirdi. 3 Mart 1924'te halifeliğin kaldırılmasıyla da halifelik merkezi olmaktan çıktı. (Ayrıca bak. Bizans İmparatorluğu; Osmanlı Devleti.)
Kentin yapısı ve metropoliten alanın oluşumu. Bugünkü İstanbul'un asıl biçimlenişi Cumhuriyet döneminde gerçekleşti. Ama kentin bazı bölümlerinde bugünkü arazi kullanımının köklerini bile Byzantion'da aramak gerekir. Byzantion'daki akropolisin yerini Bizans İmparatorluğu döneminde Büyük Saray, Osmanlılarda da Topkapı Sarayı almıştır. Bugün de yönetim birimlerinin bir bölümü (vilayet, adliye, belediye, sağlık ve eğitim müdürlükleri) tarihsel sur içinde, sarayı çevreleyen alandadır. Bir zamanlar Byzantion'un en önemli limanı olan Neorion'un yerinde günümüzde İstanbul'un başlıca ulaşım merkezlerinden biri olan Sirkeci vardır. Neorion'un çevresindeki ticarethaneler varlıklarını Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde de korumuştur. Bağımsız bir ticaret kenti olan ve ticari gücü Konstantinopolis'i aşan Sycae, Osmanlı döneminde Galata ye Pera'ya dönüşmüştür. 19. yüzyılın ikinci yansında yabancı finans kuruluşlarının ve bankerlerin yerleştiği Galata'nın (Karaköy), tarihsel yarımadanın karşısında bütünüyle farklı, Batı'ya benzer bir yapısı olmuştur. Bugün de yerli ve yabancı birçok bankanın genel merkezlerinin yer aldığı Karaköy, finans merkezi olma işlevini büyük ölçüde sürdürmektedir.
Osmanlıların kenti ele geçirdikten sonra giriştikleri ilk işlerden biri yerleşme ve yapılaşmanın düzenlenmesi oldu. Kısa sürede surlar onarıldı, saray ve kiliselerin yanına cami, külliye, han ve hamamlar eklendi. 1453 öncesinde en çok 40-50 bin olan ve kentin alınışı sırasında daha da azalan nüfus, bilinçli bir iskan politikasıyla artırıldı. Bu gelişmeler sur içiyle sınırlı kalmayıp çevre alanlara da yayıldı. Anadolu ve Rumeli'nin çeşitli yörelerinden getirilen Türkler Eyüp ve Üsküdar'a, Rumlar Balat ile Cibali arasına ve Galata'ya, Yahudiler Hasköy ile Balat arasına, Ermeniler de Samatya ile Kumkapı arasına yerleştirildi. Yirmi beş yıl gibi kısa bir süre içinde kent nüfusu sur dışında yaşayanlarla birlikte 120 bini aştı. Osmanlıların önem verdiği bir başka konu da Müslüman olmayan halkın dinsel etkinliklerini düzenlemek oldu. Kentin alınışından yedi ay sonra Ortodoks Kilisesi Osmanlı korumasına alındı. Bu iskan politikası, cemaatlere göre düzenlenen işbölümü ve dinsel konulardaki esneklik, istanbul'un daha sonraki yüzyıllarda iyice belirginleşen etnik mozaiğinin çekirdeğini oluşturdu. II. Mehmed döneminde kent alanı, Bizans döneminde yönetim ve ticaret için ayrılmış yerlerde gelişti. Yerleşimin sur dışına taşmasına karşın, surlann içinde kalan kesim İstanbul'un can damarıydı. Sur dışına taşan yerleşmelerin başlıca-lan Eyüp, Üsküdar, Anadolu Hisarı ve Rumeli Hisarı'ndaki Müslüman mahalleleriyle Boğaz'ın Avrupa kıyısındaki Rum köyleriydi.
16. ve 17. yüzyıllar İstanbul'un en parlak dönemleriydi. Bu yüzyıllarda Osmanlı Devleti'nin yükselişi başkente açıkça yansıdı. Halkın büyük bölümü sur içinde barınmakla birlikte, kent Galata ve Pera, Üsküdar, Kadıköy ve Boğaziçi boyunca hızla yayıldı; Aksaray ile Topkapı çevresine ve Kocamustafapaşa'ya bu dönemde yerleşildi. Galata, Eyüp ve Kasımpaşa yoğun yerleşme alanları oldu. Yeni kiliselerin yapılması ve elçiliklerin açılmasıyla Galata da kendi surlarının dışına taşarak Pera yönünde gelişti. Kent bu yüzyıllarda çevresine yayıldığı gibi, büyük ölçüde de imar gördü. Haliç'e bakan tepelere yapılan görkemli yapı ve camiler kentin görünümünde önemli değişikliğe yol açtı.
17. yüzyıl sonunda 800 bini bulan nüfusuyla İstanbul, Londra ve Paris gibi kentleri geride bırakmış, Ortadoğu ile Avrupa'nın en büyük kenti ve merkezi olmuştu. 18. yüzyıl, genel olarak Osmanlı Devleti'nin, özel olarak da İstanbul'un Batı'ya açıldığı dönemdir. Bu dönemde kentin mimari yapısıyla halkın yaşamında yeni bir biçimlenme oldu. Mimaride klasik dönemin yerini Osmanlı baroğu almaya başladı. Batılı yaşam biçimi özellikle, kent nüfusunun yüzde 40'ını oluşturan Müslüman olmayanların yaşadıkları kesimlerde benimsenmeye başladı. Haliç, Lale Devri'nde İstanbul'un en önemli mesire yeri olarak önem kazandı.
19. yüzyıl ise, Osmanlı ekonomisinin kapitalist ilişkilere açılması ve yönetim reformlarına koşut olarak İstanbul'da da büyük dönüşümlerin yaşandığı bir dönemdir. Ba-tı'yla ilişkilerin güçlenmesiyle birlikte, kentin ulaşım altyapısı da gelişti; demiryolları, rıhtımlar, garlar yapıldı. Galata ile arkasındaki Pera'nın yeni bir güç merkezi oluşturan kimliği iyice belirginleşti. Birçok yabancı banka, banker ve komisyoncunun yerleştiği Galata, bir finans merkezi haline geldi.
Galata'nın, eski kent merkezinin karşısındaki gelişimi sonucunda 1837'de Azapkapı ile Unkapanı arasında ahşap bir köprü yapıldı ve böylece kentin iki merkezi birbirine bağlandı. 1845'te yapılan Galata Köprüsü de bu bütünleşmeyi güçlendirdi. Kentte merkezi iş alam oluşumu bakımından tarihsel yarımadayla Galata arasında belirgin bir işbölümü ortaya çıktı ve Galata ekonominin asıl karar ve yönetim merkezi olarak sivrildi. Elçiliklerin yerleşmiş olduğu, azınlıkların ve yabancıların yaşadığı Pera (Beyoğlu) ise kentin en renkli eğlence merkezi ve İstanbul'un Batılı yüzüydü. Yabancılar ve azınlıkların yanı sıra, Batılı yaşama ayak uyduran Türkler de bu çevreye yerleşmeye başladı. 19. yüzyıldaki bu gelişmelerin doruğunu ise Osmanlı hanedanının yüzyıllardır süren geleneği bozarak Topkapı Sarayı' nı terk edip, yüzyılın ortalarında, Galata' nın ve yabancı elçiliklerin yakınındaki Dol-mabahçe Sarayı'na taşınması oluşturur. Sur-u Sultani dışındaki ilk saray olan Dol-mabahçe'yi sonraki yıllarda yapılan Beylerbeyi, Çırağan ve Yıldız sarayları izledi. Bu arada kent hızla büyüdü ve yayıldı. Galatasaray-Taksim ekseninin yanında Tar-labaşı da gelişti. Bir önceki yüzyılda yapılan kışlaların çevrelerinde yerleşmelerin oluşması sonucunda 19. yüzyılda Rami, Halıcı-oğlu, Taksim, Maçka, Gümüşsüyü ve Harbiye İstanbul'un belli başlı semtleri olarak belirdi. Boğaz'ın Avrupa yakasındaki yerleşmeler birbirleriyle birleşirken, Asya yakasındaki Üsküdar, Kadıköy'e doğru gelişti. Kadıköy ise Kurbağalıdere'ye doğru yayıldı, Kızıltoprak, Kalamış, Fenerbahçe, Erenköy gibi semtler ve bunların arasında seyrek mahalleler ortaya çıktı. Haliç'teki sanayileşme de Feshane'nin kurulmasıyla bu yüzyılda başladı. Bu arada kentin yönetimi için atılan önemli bir adım da 1854'te belediye örgütünün kurulması oldu.
1850'de Şirket-i Hayriye kuruldu ve Bo-ğaz'da vapur seferleri başladı. 1869'da kurulan Atlı Tramvay Şirketi'nin 1872'de ilk hatları açması, 1875'te de Tünel'in çalışmaya başlaması, büyüyen ve gittikçe yaya olanaklarını aşan kent ulaşımına yeni bir boyut getirdi. Atlı tramvayın yerini 1914'te elektrikli tramvay aldı.. 1873'te Sirkeci-Edirne ve Haydarpaşa-İzmit demiryollarının işletmeye açılmasıyla banliyö trenleri çalışmaya başladı. Böylece kent çevresinde banliyö yerleşmeleri gelişti. 1890'da Sirkeci Garı, 1908'de Haydarpaşa Garı bitirildi. 1895'te Galata, 1900'de de Sirkeci rıhtımları tamamlanarak İstanbul limanının modern-leştirilmesinde ilk adımlar atıldı. 1903'te Haydarpaşa limanının da yapılmasıyla İstanbul'un 19. yüzyılda gelişen dış ticaretinin altyapısı oluşturularak yabancı ülkelerle ilişkisi güçlendirildi. Bütün bu altyapı çalışmalarını yabancı şirketler gerçekleştiriyordu.
Cumhuriyet dönemi başında İstanbul, sosyoekonomik ve kültürel açıdan eski parlaklığını önemli ölçüde yitirmiş, siyasal karar merkezi olmaktan çıkmış ve nüfusu yüzyılın başında 1 milyonu aşmaktayken, 1927'de 700 binin altına düşmüş bir kentti. Bununla birlikte, savaşta yakılıp yıkılan Anadolu'ya göre daha iyi durumdaydı ve ülkenin en önemli kenti olma özelliğini koruyordu.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında kent nüfusunun artış hızı, Türkiye ortalamasının altındaydı; bu durum İstanbul'un imarını olanaklı kıldı. 1930'larda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden İstanbul'a çağrılan plancı ve mimarlar kent için çeşitli planlar hazırladı. Henri Prost'un hazırladığı plan (1937), kentin sonraki mekansal yapısı üzerinde belirleyici bir etki yaptı. Prost Plam'nın(*) özelliklerinden biri, kenti İstanbul, Beyoğlu ve Üsküdar-Kadıköy olmak üzere üç ayrı bölümde ele almasıydı. Bu planın en önemli yanı, Haliç kıyılarını orta ve büyük sanayinin yerleşimine açmasıydı. Plan doğrultusunda, Atatürk Köprüsü'nden Halic'in kaynağına uzanan alanlara büyük sanayi, eski kentin Galata ye Atatürk köprüleri arasındaki kesimine ise hal, balıkhane ve toptan gıda maddeleri ticareti yapan işyerleri yerleşti. Halic'in yıllar boyu süren kirlenme süreci bu gelişmelerle başladı.
Başkent olma işlevinin kalkmasıyla, eskiden yöneticilerin oturduğu ve kentin gözde semtlerinden olan Süleymaniye, Fatih, Beyazıt ve Şehzadebaşı gitgide sönükleşti. Bu semtlerdeki konaklar oda oda kiraya verilmeye ya da yıkılmaya başladı. Buna karşılık, 1930'larda üst gelir gruplarının yerleştiği Beyoğlu yakasının çekiciliği arttı. 1933'e gelindiğinde, tarihsel yarımadanın nüfusu 125 binken, Beyoğlu'nun nüfusu 150 bini aşmıştı. 1950'lerin öncesinde İstanbul'un merkezi iş alam Çarşıkapı, Sirkeci, Eminönü ve Karaköy'ü kapsıyordu. Beyoğlu'na yerleşen üst gelir grubuna yönelik ticaret ise Kara-köy'den istiklal Caddesi'ne kaymıştı.
1940'lar, Türkiye'de sermaye birikiminin sanayiye aktarılabilecek ölçeğe yaklaştığı yıllardı. İstanbul, sunduğu olanaklarla Anadolu sermayesi için önemli bir çekim merkeziydi. Prost Planı'yla başlayan Halic'in sanayiye açılması süreci, 1947'de Belediye İmar Müdürlüğü "tarafından "İstanbul Sanayi Bölgelerine Ait Talimatname"nin ve 1949'da da ilgili komisyon raporunun yayın-lanmasıyla tamamlandı. 1947 Talimatnamesi, Eyüp-Silahtarağa, Eyüp-Edirnekapı ve Yedikule-Bakırköy arasını ağır, Halic'in iki yakasını ise orta ölçekli sanayinin yerleşimine açtı. 1949 raporu da bunlara ağır sanayi alanları olarak Eyüp'ün kuzeyini, Maltepe çevresiyle Davutpaşa yolunu, Kazlıçeşme, Zeytinburnu, Bakırköy'ün dış kesimini, Yeşilköy ve Küçükçekmece'yi, Anadolu yakasında ise Maltepe-Kartal arasıyla Pendik'i ve Kadıköy-Gazhane çevresini ekledi. Bu yıllarda, Boğaz kıyılarına kamuya ait şişe ve cam, ispirto ve rakı, kibrit fabrikaları ile kömür depolan yerleşti.
I. Dünya ve Kurtuluş savaşlannda yaşadığı sarsıntılardan sonra İstanbul ülke ölçeğindeki gücüne, II. Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda yeniden kavuştu. 1950'lerde, topraktan kopan geniş kitlelerin akınına uğradı. 1950'de 983.041 olan kent nüfusu, 10 yıl sonra 1.466.535'e ulaştı. İlk göç dalgasıyla gelenler Haliç yöresiyle sur dışındaki sanayi kuruluşlarının çevresine yerleşti; Kağıthane ve Zeytinburnu'nda ilk gecekondu mahallelerinin çekirdekleri oluştu. Anadolu yakasında da o zamanlar Ankara Asfaltı diye anılan karayolu üzerindeki sanayi kuruluşlarının çevresinde gecekondulaşma başladı! 1951'de kentin tümün-deki gecekondu sayısı 8.500 iken, 1957'de yalnızca Zeytinburnu 26 bin konutta 60 bin kişinin yaşadığı bir gecekondu mahallesi haline geldi. Nüfusu hızla artan Zeytinburnu, 1957'de ilçe yapıldı.
Zeytinburnu'nun ardından Eyüp-Rami sanayi bölgesinin yakınlarında, kentin ikinci büyük gecekondu mahallesi olan Taşhtarla ortaya çıktı. İlk kez 1950'lerde Bulgaristan ve Yugoslavya'dan gelen göçmenlerin yerleştirilmesiyle oluşan Taşhtarla, daha sonra kente Anadolu'dan gelen göç akınıyla büyüdü ve 1963'te Gaziosmanpaşa adıyla ilçe yapıldı.
1954'te Avrupa yakası için hazırlanan sanayi planı, Mecidıyeköy-Levent, Mecidiye-köy-Şişli, Bomonti ve Kasımpaşa-*Kağıtha-ne arasında kalan kesimleri sanayiye açtı. 1955'te yürürlüğe giren İstanbul Sanayi Planı ise Haliç'teki sanayi yerleşmesini bir ölçüde dondururken, Topkapı-Rami ve Levent'te yeni sanayi alanları belirledi. 1950'lerin üçüncü büyük gecekondu alanı Kağıthane çevresinde gelişti. Yeni sanayi alanları açılması Halkalı, Maltepe, Kartal gibi denetim dışı alanların parsellenerek gecekondulaşmasına neden oldu.
1950'lerin ortasına gelindiğinde İstanbul, batıda Yeşilköy, kuzeyde Levent, doğuda da Bostancı'ya uzanan bir alana yayıldı. Zeytinburnu, Bakırköy ve Yeşilköy, birbirlerinden yeşil alanlarla ayrılmış mahalleler durumundaydı. Kentin Bostancı uzantısının bahçeli konutlardan oluşan seyrek bir dokusu vardı. 1950-60 döneminde İstanbul, oldukça "keyfi" bir imar ve istimlak etkinliği yaşadı. İnönü (Dolmabahçe) Stadyumu, Spor ve Sergi Sarayı, Florya Plaj Tesisleri, Açıkha-va Tiyatrosu ve Levent Konut Siteleri 1950'lerde tamamlandı. Ataköy'de 70 bin kişilik bir yerleşme ile kıyıdaki plaj ve turistik tesislerin temelinin atılması, Yeşilköy Havalimanı'nın (bugün Atatürk Havalimanı) genişletilmesi, Edirne-İstanbul karayolunun Topkapı girişinin düzenlenmesi, Yeşilköy'e kadar 50 m genişliğinde bir yol yapılması, Vatan ve Millet caddeleri ile Barbaros Bulvan'nm açılması, Sirkeci-Flor-ya sahil yolunun, Saraçhane'de İstanbul Belediye Binası'nın yapılması, Tophane-Dolmabahçe yolunun genişletilmesi, Salı-pazan'nda rıhtım ve antrepoların kurulması 1950'lerde İstanbul'un görünümünü değiştiren başlıca uygulamalar oldu.
1960'larda bütün hızıyla süren gecekondulaşmanın yanında kentsel mekanın biçimlenişini değiştiren ikinci olgu da imarlı alanlardaki apartmanlaşma olarak belirdi. 1965'te Kat Mülkiyeti Kanunu'nun çıkmasıyla İstanbul'un kentsel alanındaki arsaların değeri büyük artış gösterdi. İnşaat sektörü en canlı dönemlerinden birine girerken, önce boş alanlar; daha sonra yeşil alanlar, parklar ve oyun alanları apartmanlarla doldu.
Kentsel rantın ve maliyetlerin yükselmesi, büyük sanayinin kent çevresine yayılma eğilimini pekiştirdi. Çeşitli özendirme önlemleriyle de desteklenen bu süreç sonucunda sanayi kuruluşlarının hücumuna uğrayan Yakacık-Tuzla-Çayırova-Gebze eksenine, Kartal-Maltepe sanayi alanları eklendi. Asıl gelişme kentin Anadolu yakasında görülürken, Avrupa yakasında Zeytinburnu ile Bakırköy arasım doldurmuş olan sanayi alanları bir yandan Sefaköy (Safraköy), Halkalı ve Firuzköy'e uzanıyor, bir yandan da Eyüp-Rami-Gaziosmanpaşa bölgesinden kuzeye doğru yayılarak Küçükköy, Alibey-köyü ve Kağıthane'ye ulaşıyordu. Bu arada Şişli'den Maslak'a uzanan Büyükdere Cad-desi'nin batısında da bir sanayi alanı oluştu.
Sanayileşmenin hız kazanması, gecekondulaşmayı doğrudan etkiledi. 1960-65 arasında Türkiye'de gerçekleşen içgöçün yüzde 36'sı, 1965-70 arasında ise yüzde 22,'si İstanbul'a yönelikti. 1960'lann sonunda İstanbul nüfusunun yüzde 25'i, son beş yıl içinde göç edenlerden oluşuyordu. 1962'de 78 bin olan gecekondu sayısı, 10 yıl sonra 195 bine çıktı. Aynı yıl gecekonduda oturanların kent nüfusu içindeki payı yüzde 40 düzeyindeydi. 1970'lerde hazine arazisinde yapılan gecekondulara, belediye sınırları dışındaki tanm alanlarına her türlü denetimden uzak biçimde yapılan tapulu gecekondular da eklendi.
1960'lann başında 1,5 milyona yaklaşan, 1970'lerde 2 milyonu aşan nüfusuyla, kentsel işlevlerin sürekli ve yaygın olması ve etki alanının genişliğiyle, sanayinin kent dışına kayması ve birden çok merkezin ortaya çıkmasıyla İstanbul, artık metropol olarak tanımlanabilecek bir ölçeğe ulaştı. 1970'lerde İstanbul, büyük bir nüfus yığılmasının da etkisiyle konut ve ulaşım gibi temel altyapı gereksinmelerinde büyük boyutlara varan sorunlarla karşı karşıya kaldı. Bu yıllarda İstanbul'da mekansal yapı açısından en önemli olgu, Boğaz'ın iki yakasının bir köprüyle bağlanmasıydı. Kentin transit taşımacılık işlevini güçlendiren Boğaziçi Köprüsü ve çevre yolları, hızlı büyüme sonucunda kısa sürede kent içi ulaşım ağının omurgası haline geldi. 1970'lerin bir başka önemli olgusu da, yerli otomobil üretiminin başlaması ve özel oto sayısında görülen büyük artıştı. İstanbul'da 1950'de toplam otomobil sayısı 2 bin iken, bu sayı 1970'lerin başında 80 bini, 1980'lerin başında ise 300 bini aştı. Özel oto sahipliğinin sağladığı hareketlilik, kentin merkezden uzak kesimlerinin yerleşime açılmasını hızlandırdı. Özel oto sayısının artması ve Boğaziçi Köprüsü'nün yapımı, kentin iki yakası arasındaki nüfus dengesini etkiledi. 1970'te kent nüfusunun yüzde 23'ü Asya, yüzde 77'si Avrupa yakasında yaşarken, 1990'da Asya yakasında yaşayanların kent nüfusu içindeki payı yüzde 34'e yükseldi. Kent doğuda Bostancı-Maltepe-Kartal-Pendik-Gebze yönünde hızla yayıldı, batıda ise D-100 karayolu boyunca Silivri'ye ulaştı.
Anadolu yakasındaki bir başka önemli gelişme de Bostancı-Erenköy Bölgeleme imar Planı'nın yapılmasıydı. Bu plan, organik dokusunu 1970'lere değin korumuş olan bu bölgenin Bağdat Caddesi çevresi ve kıyı dışında kalan kesimlerine, kat sınırlaması yerine, inşaat alanı sınırlaması getiriyordu. Uygulama sonunda Kızıltoprak ile Bostancı arasındaki yapı alanı kısa sürede yaklaşık iki kat arttı.
1970'lerde hız kazanan bir başka olgu, kentin iki yakası boyunca Marmara kıyılarında ortaya çıkan ikinci konut sahipliği oldu. Eskiden yazlığa gidilen alanlar batıda Yeşilköy, kuzeyde Büyükdere ve Sarıyer, batıda da Suadiye, Bostancı ve Adalarla sınırlıyken, bu yıllarda batıda Kumburgaz ve Silivri, doğuda ise Dragos ve Bayramoğ-lu ile Yalova ve Çınarcık'a kadar uzanan kesim yazlık konut, site, motel ve çeşitli dinlenme tesisleriyle doldu. 198O'e gelindiğinde kent nüfusu 3 milyona varmıştı. Kentte çizgisel gelişmenin ve met-ropolitenleşmenin yapısına uygun olarak birden çok altmerkez ortaya çıktı. Bununla birlikte asıl kent merkezi ya da metropoliten merkez olarak tanımlanabilecek üç bölge güneybatıda tarihsel yanmada, onun kuzeyinde Karaköy ve Beyoğlu, doğuda da Üsküdar ve Kadıköy çekirdekleriydi. Bunlar suyollanyla birbirinden ayrılıyordu.
Tarihsel yarımadada maliye, adliye, vilayet, belediye gibi yönetim birimleriyle, girişleri pasaj biçiminde düzenlenmiş işhan-lan yer alır. Hanlarda basımevleri, dokuma, plastik eşya ve hazır giyim (konfeksiyon) atölyeleri ve ithalatçılar yoğunlaşmıştır. Gıda maddeleri ve kumaş toptancıları ile kuyumcuların kümelendiği Kapalıçarşı-Mahmutpaşa-Sultanhamam-Mısırçarşısı yöresi, aynı zamanda kentin alt gelir gruplarının alışveriş çevresidir. Kapalıçarşı ile Sultanahmet çevresinde turistik ticaret yaygındır. Merkezi iş alanı içinde bankalar, sigorta kuruluşları ve başka büyük şirketlerin yoğunlaştığı kesimlerden biri Karaköy'dür. Üst gelir gruplarına yönelik perakende ticareti, büyük ölçüde Nişantaşı-Şişli bölgesine kaptırmış olan Beyoğlu otel, bar, pavyon, meyhane, sinema ve tiyatrolanyla orta ve alt gelir gruplarının ilgi gösterdiği bir merkez durumundadır. Nişantaşı-Osmanbey-Şişli ekseni ise, üst gelir gruplarının alışveriş ettiği büyük mağazaları, şık lokantaları ile çekici bir merkez durumundadır. Bu eksenin devamı niteliğindeki Şişli-Mecidiyeköy-Zincirlikuyu-Levent yöresi holdinglerin, yerli ve yabancı şirketlerin yerleştiği bir iş çevresidir.
1980'ler İstanbul'a kentin yönetsel yapısına ilişkin önemli bir değişiklik getirdi. 1984'te çıkarılan büyükşehir belediyelerine ilişkin yasayla İstanbul'da büyükşehir belediyesi ve onunla bağlantılı olarak çalışacak ilçe belediyelerinden oluşan yeni bir yönetim yapısı kuruldu. 1980'lerde Haliç çevresindeki sanayi kuruluşlarının kent dışına taşınmasına ve Haliç' in temizlenmesine başlandı, İstanbul kanalizasyon sisteminin oluşturulmasına girişildi. İstanbul Boğazı'nda yapılan ikinci köprü, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü adıyla çevre yollan tamamlanmadan 3 Temmuz 1988'de açıldı. 1980'lerin İstanbul açısından bir başka önemli olgusu da, kentin pek çok semtini kapsayan istimlakler ve kıyı düzenlemeleridir. Bunların başında Haliç kıyılarıyla Tar-labaşı'ndaki istimlak ve yıkımlar, Boğaz-içi'ndeki kıyı düzenlemeleri ve kazıklı yollar ile Kadıköy-Bostancı kıyısının doldurulması gibi tarihsel dokuyu önemli ölçüde değiştiren uygulamalar sayılabilir. Marmara Böl-gesi'nde Türkiye'nin kent nüfusunun üçte birini banndıran bu alt bölgenin batı-doğu doğrultusunda uzanan ana ekseni Çorlu, Tekirdağ, Silivri, Büyükçekmece, Küçük-çekmece, İstanbul, Gebze, İzmit, Adapaza-n'dır. Yönetsel yapının nüfusu hızla artan ile yetersiz gelmesi üzerine 1987'de Büyükçekmece, Kağıthane, Küçükçekmece, Pendik ve Ümraniye, 1990'da Bayrampaşa, 1992'de de Avcılar, Bağcılar, Bahçelievler, Güngören, Maltepe, Sultanbeyli ve Tuzla ilçeleri kuruldu.
İstanbul, bütün Türkiye çapında bir sağlık ve eğitim merkezi olma işlevini de görür. Kentteki başlıca yükseköğrenim kurumları İstanbul, İstanbul Teknik, Marmara, Yıldız, Boğaziçi ve Mimar Sinan üniversiteleridir. Başta üniversite ve SSK hastaneleri olmak üzere Numune, Haseki, Vakıf Gure-ba, Zeynep-Kamil hastanelerine Türkiye' nin her yanından hasta gelir. Kentte özel ve askeri hastanelerle azınlıklara ait hastanelerden başka sanatoryumlar ve ihtisas hastaneleri de vardır.
İstanbul aynı zamanda Türkiye'nin kültür ve sanat merkezidir. Türk sinemasının merkezi Yeşilçam bu kenttedir. 1973'ten bu yana düzenlenen Uluslararası İstanbul Festivali'yle, ilk kez bu festival çerçevesinde 1982'de düzenlenen ve 1984'te Uluslararası İstanbul Sinema Günleri adıyla bağımsız bir etkinlik haline gelen, 1988'de ise Uluslararası İstanbul Film Festivali(*) adını alan etkinlikler yalnız İstanbul'un değil, Türkiye' nin de başlıca sanat olaylarındandır.
Bugünkü kentin çekirdeğini oluşturan ilk yerleşmeler, İÖ 7. yüzyılda Megaralılar tarafından kuruldu. Dorlann istila ettiği Yunanistan'dan kaçan Megaralılar, İO 680'de Propontis'i (Marmara Denizi) geçerek geldikleri bugünkü Kadıköy'ün Moda burnunda Khalkedon ya da Kalkhedon adıyla kurduklan kente yerleştiler. Trak kökenli komutan Byzas önderliğinde yola çıkan Megaralıların bir başka kolu da Delphoi kahininin öğüdüne uyarak İÖ 660'ta Khalkedon'un karşı kıyısında, bugünkü Sarayburnu çevresinde bir kent kurdular. Megaralılar kente önderlerinin adım vererek Byzantion dediler. Genel olarak, Khalkedonluların tarımsal üretimle Byzan-tionluların ise ticaretle uğraştıklarına inanılır.
Ulaşım ve savunma açısından üstün bir konumdaki Byzantion, kuruluşunu izleyen iki yüzyıl boyunca hızla büyüdü. İÖ 5. yüzyılda, parası Yunan kolonilerinde geçen bağımsız bir ticaret kentiydi. İÖ 513'te Perelerin ele -geçirdiği kent, Trakya'da kurulan satraphğa bağlandı. İÖ 476-475'te Delos Birlıği'ne katılan Khalkedon ve Byzantion, İÖ 405'te Spartalılann eline geçti.
İÖ 318'de İskender'in komutanlarından Antigonos, Byzantion'u aldı. İskender'in Yunan kentlerine ve onların denetim alanlarına egemen olmasıyla siyasal ağırlık merkezi Eşe'nin kuzeyine kaydı ve Byzantion bu yeni yapı içinde giderek önem kazanıp dönemin başlıca ticaret merkezlerinden biri oldu. Byzantion, İÖ 280'de batıdan gelen Galatların akınlarına uğradı. Çok eskiden yöreye gelerek yerleşmiş olan Trakya kökenli Bi-tinyalılar İÖ 280'de İstanbul Boğazı ile Sakarya arasındaki alanda bir krallık kurdular. Bu dönemde Makedonyalıların saldırısına uğrayan Byzantion, saldırıyla karşılaşan öteki kentlerle birlikte Roma'nın korumasını istedi. İÖ 74'te de Bitinya kralı IV. Nikomedes vasiyet yoluyla ülkesini Roma' ya bırakınca, Byzantion tümüyle Roma'ya bağlandı. Byzantion, İS 73'te Roma'nın Bitinya-Pontus Eyaleti sınırlan içindeydi.
330'da Roma imparatoru I. Constantinus (Büyük), kenti başkent ilan edince, Byzantion adı Konstantinopolis olarak değiştirildi. Daha sonra Constantinus'un Hıristiyanlığı kabul etmesiyle, Konstantinopolis, ortaçağ boyunca Hıristiyanlığın en önemli kültür ve sanat, zaman zaman da en önemli siyasal ve ekonomik merkezi oldu.
395'te Roma İmparatorluğu'nun ikiye bölünmesinden sonra Konstantinopolis, Doğu Roma İmparatorluğu olarak da bilinen Bizans İmparatorluğu'nun(*) başkenti oldu. 4. yüzyılın sonlarına doğru kente, özellikle Trakya'dan getirilen halklar yerleştirildi; nüfusu 5. yüzyıl başında 100 bini aşan Konstantinopolis, Roma'dan bile kalabalık bir kent haline geldi. Kent nüfusunun artmasıyla birlikte bugünkü Galata'mn yerinde Sycae ya da Sykai adlanyla anılan yan kent konumunda bir dış mahalle oluştu. 440'ta Hunlann saldırısına uğrayan Konstantinopolis, I. Anastasios (491-518) ve I. Iustinianos (527-565) dönemleri boyunca siyasal kargaşalar, iç savaşlar, ayaklanmalar yaşadı. Bu arada giderek büyüyen ve ticari önem kazanan Sycae, I. Iustinianos döneminde Khrysokeras (Haliç) üzerinde, bugünkü Ayvansaray ile Kasımpaşa arasına kurulan bir köprüyle kente bağlandı.
7. yüzyıla Sasaniler ve Avarlar, 8. yüzyılda Bulgarlar ve Araplar, 9. yüzyılda Ruslar ve Bulgarlar Konstantinopolis'e birçok kez saldırdılar ve kuşattılar, ama ele geçiremediler.
Konstantinopolis, 1204'te Haçlılar tarafından işgal edilerek büyük ölçüde tahrip edildi. Kent 1261'e değin Latin İmparatorluğu'nun merkezi oldu. Haçlı seferleri sırasında oluşan yeni ticari ilişkiler ve buna bağlı olarak ticaret yollarının değişmesi Konstantinopolis'i Bizans'ın bütünsel yapısının merkezi olmaktan çıkardı. Dönemin güç merkezleri olarak beliren Piza, Venedik ve Cenova, elde ettikleri imtiyazlarla Sycae ile ardındaki yamaçlarda yer alan Pera'da bir ticaret merkezi kurdular.. 14. yüzyıla girilirken Konstantinopolis surlarla çevrili, tarımsal üretime dayalı bir yapı içinde gitgide çökerken, Halic'in karşı kıyısında Galata ticarete dayalı parlak bir yaşam sürüyordu. Bu dönemde Galata gümrüğünün yıllık geliri, Konstantinopolis gümrüğünde elde edilen yıllık gelirin yedi katına ulaşıyordu.
Osmanlılar Konstantinopolis'i ilk kez I. Bayezid (Yıldırım) döneminde (1389-1402) kuşattılar. I. Bayezid'in 1391'deki ve sonraki kuşatmaları ile II. Murad'ın 1422'deki kuşatması sonuç vermedi. Konstantinopolis'i Osmanlı topraklarına II. Mehmed kattı (1453) ve bu nedenle kendisine'Fatih sam verildi. Osmanlı başkentinin Edirne'den Konstantinopolis'e taşınmasıyla yem bir dönem başladı. Kentte düzenin sağlanmasından sonra, kuşatma başlamadan ayrılan Rumların geri dönmesi sağlandığı gibi, Anadolu ve Trakya'da yaşayanların bir bölümü de kente, yerleşmeye özendirildi. I. Selim (Yavuz) Mısır Seferi'nden (1517) dönüşünde kutsal emanetleri getirerek halife unvanını alınca, kent başkentliğin yanında halifeliğin merkezi olma işlevini de üstlendi. Kent uzun süre Konstantinopolis adıyla ya da yalnızca polis (kent) sözcüğüyle anıldı. Günlük konuşmada sık sık kullanılan eis ten potin (Yunancada "kente doğru") biçimindeki cümlecik, Osmanlı döneminde Stim-bol, Estanbul, İştambol gibi değişimler geçirdikten sonra İstanbul'a dönüştü. Kent Dersaadet ve Asitane adlarıyla da anıldı.
İstanbul, Osmanlı egemenliği altında uzun bir barış dönemi geçirdi. 19. yüzyıla değin yaşanan olaylardan en önemlileri 1589, 1593,1622,1656 ve 1730 yıllarındaki yeniçeri ayaklanmaları, çeşitli yangınlar ve büyük yıkımlara yol açan depremlerdir (bak. İstanbul depremleri; İstanbul yangınları). 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl başlan Osmanlı Devleti' nin en çalkantıh dönemi oldu. Ekonomik durgunluğun ve art arda yenilgilerle sonuçlanan savaşların yarattığı çöküş, İstanbul'a doğrudan yansıdı. 1839'da Tanzimat Ferma-nı'nm, 1876'da I. Meşrutiyet'in, 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanı, 1909'da yaşanan 31 Mart Olayı ve Hareket Ordusu'nun II. Abdülhamid'i tahttan indirmesi, 1912'de başlayan Balkan Şavaşlan'nda Bulgarların Çatalca'ya kadar ilerlemesi ve ardından I. Dünya Savaşı'nın başlaması bu dönemin en önemli olaylandır. Mondros Mütarekesi'nin (30 Ekim 1918) imzalanmasından sonra parçalanan Osmanlı Devleti'nin bütün yükü bir anlamda başkent İstanbul'a bindi. Kent, Anadolu'da başlayan örgütlenme ve direnişin resmen dışında kalmasına karşın, dönemin bütün çalkantısını yaşadı. İzmir'in işgalini kınamak amacıyla 23 ve 30 Mayıs 1919'da gerçekleştirilen Sultanahmet mitingleri büyük yankılar yarattı.
İstanbul 15-16 Mart 1920'de İtilaf Devletleri tarafından fiilen işgal edildi ve Heyet-i Mebusan kapatıldı. 23 Nisan 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) kurulması, sarayı ve bir anlamda istanbul'u boşlukta bıraktı. TBMM 1 Kasım 1922'de saltanat ye hilafetin ayrıldığını, Osmanlı Devleti'nin son bulduğunu ve TBMM Hükümeti'nin kurulduğunu ilan etti. Kentin TBMM Hükümeti'nin denetimine geçmesinden sonra son Osmanlı padişahı VI. Mehmed (Vahideddin) 17 Kasım 1922'de İstanbul'u terk etti. 6 Ekim. 1923'te Türk birliklerinin kente girmesiyle İstanbul işgalden kurtuldu. 13 Ekim 1923'te Ankara başkent ilan edildi ve İstanbul yüzyıllardır sürdürdüğü başkentlik işlevini yitirdi. 3 Mart 1924'te halifeliğin kaldırılmasıyla da halifelik merkezi olmaktan çıktı. (Ayrıca bak. Bizans İmparatorluğu; Osmanlı Devleti.)
Kentin yapısı ve metropoliten alanın oluşumu. Bugünkü İstanbul'un asıl biçimlenişi Cumhuriyet döneminde gerçekleşti. Ama kentin bazı bölümlerinde bugünkü arazi kullanımının köklerini bile Byzantion'da aramak gerekir. Byzantion'daki akropolisin yerini Bizans İmparatorluğu döneminde Büyük Saray, Osmanlılarda da Topkapı Sarayı almıştır. Bugün de yönetim birimlerinin bir bölümü (vilayet, adliye, belediye, sağlık ve eğitim müdürlükleri) tarihsel sur içinde, sarayı çevreleyen alandadır. Bir zamanlar Byzantion'un en önemli limanı olan Neorion'un yerinde günümüzde İstanbul'un başlıca ulaşım merkezlerinden biri olan Sirkeci vardır. Neorion'un çevresindeki ticarethaneler varlıklarını Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde de korumuştur. Bağımsız bir ticaret kenti olan ve ticari gücü Konstantinopolis'i aşan Sycae, Osmanlı döneminde Galata ye Pera'ya dönüşmüştür. 19. yüzyılın ikinci yansında yabancı finans kuruluşlarının ve bankerlerin yerleştiği Galata'nın (Karaköy), tarihsel yarımadanın karşısında bütünüyle farklı, Batı'ya benzer bir yapısı olmuştur. Bugün de yerli ve yabancı birçok bankanın genel merkezlerinin yer aldığı Karaköy, finans merkezi olma işlevini büyük ölçüde sürdürmektedir.
Osmanlıların kenti ele geçirdikten sonra giriştikleri ilk işlerden biri yerleşme ve yapılaşmanın düzenlenmesi oldu. Kısa sürede surlar onarıldı, saray ve kiliselerin yanına cami, külliye, han ve hamamlar eklendi. 1453 öncesinde en çok 40-50 bin olan ve kentin alınışı sırasında daha da azalan nüfus, bilinçli bir iskan politikasıyla artırıldı. Bu gelişmeler sur içiyle sınırlı kalmayıp çevre alanlara da yayıldı. Anadolu ve Rumeli'nin çeşitli yörelerinden getirilen Türkler Eyüp ve Üsküdar'a, Rumlar Balat ile Cibali arasına ve Galata'ya, Yahudiler Hasköy ile Balat arasına, Ermeniler de Samatya ile Kumkapı arasına yerleştirildi. Yirmi beş yıl gibi kısa bir süre içinde kent nüfusu sur dışında yaşayanlarla birlikte 120 bini aştı. Osmanlıların önem verdiği bir başka konu da Müslüman olmayan halkın dinsel etkinliklerini düzenlemek oldu. Kentin alınışından yedi ay sonra Ortodoks Kilisesi Osmanlı korumasına alındı. Bu iskan politikası, cemaatlere göre düzenlenen işbölümü ve dinsel konulardaki esneklik, istanbul'un daha sonraki yüzyıllarda iyice belirginleşen etnik mozaiğinin çekirdeğini oluşturdu. II. Mehmed döneminde kent alanı, Bizans döneminde yönetim ve ticaret için ayrılmış yerlerde gelişti. Yerleşimin sur dışına taşmasına karşın, surlann içinde kalan kesim İstanbul'un can damarıydı. Sur dışına taşan yerleşmelerin başlıca-lan Eyüp, Üsküdar, Anadolu Hisarı ve Rumeli Hisarı'ndaki Müslüman mahalleleriyle Boğaz'ın Avrupa kıyısındaki Rum köyleriydi.
16. ve 17. yüzyıllar İstanbul'un en parlak dönemleriydi. Bu yüzyıllarda Osmanlı Devleti'nin yükselişi başkente açıkça yansıdı. Halkın büyük bölümü sur içinde barınmakla birlikte, kent Galata ve Pera, Üsküdar, Kadıköy ve Boğaziçi boyunca hızla yayıldı; Aksaray ile Topkapı çevresine ve Kocamustafapaşa'ya bu dönemde yerleşildi. Galata, Eyüp ve Kasımpaşa yoğun yerleşme alanları oldu. Yeni kiliselerin yapılması ve elçiliklerin açılmasıyla Galata da kendi surlarının dışına taşarak Pera yönünde gelişti. Kent bu yüzyıllarda çevresine yayıldığı gibi, büyük ölçüde de imar gördü. Haliç'e bakan tepelere yapılan görkemli yapı ve camiler kentin görünümünde önemli değişikliğe yol açtı.
17. yüzyıl sonunda 800 bini bulan nüfusuyla İstanbul, Londra ve Paris gibi kentleri geride bırakmış, Ortadoğu ile Avrupa'nın en büyük kenti ve merkezi olmuştu. 18. yüzyıl, genel olarak Osmanlı Devleti'nin, özel olarak da İstanbul'un Batı'ya açıldığı dönemdir. Bu dönemde kentin mimari yapısıyla halkın yaşamında yeni bir biçimlenme oldu. Mimaride klasik dönemin yerini Osmanlı baroğu almaya başladı. Batılı yaşam biçimi özellikle, kent nüfusunun yüzde 40'ını oluşturan Müslüman olmayanların yaşadıkları kesimlerde benimsenmeye başladı. Haliç, Lale Devri'nde İstanbul'un en önemli mesire yeri olarak önem kazandı.
19. yüzyıl ise, Osmanlı ekonomisinin kapitalist ilişkilere açılması ve yönetim reformlarına koşut olarak İstanbul'da da büyük dönüşümlerin yaşandığı bir dönemdir. Ba-tı'yla ilişkilerin güçlenmesiyle birlikte, kentin ulaşım altyapısı da gelişti; demiryolları, rıhtımlar, garlar yapıldı. Galata ile arkasındaki Pera'nın yeni bir güç merkezi oluşturan kimliği iyice belirginleşti. Birçok yabancı banka, banker ve komisyoncunun yerleştiği Galata, bir finans merkezi haline geldi.
Galata'nın, eski kent merkezinin karşısındaki gelişimi sonucunda 1837'de Azapkapı ile Unkapanı arasında ahşap bir köprü yapıldı ve böylece kentin iki merkezi birbirine bağlandı. 1845'te yapılan Galata Köprüsü de bu bütünleşmeyi güçlendirdi. Kentte merkezi iş alam oluşumu bakımından tarihsel yarımadayla Galata arasında belirgin bir işbölümü ortaya çıktı ve Galata ekonominin asıl karar ve yönetim merkezi olarak sivrildi. Elçiliklerin yerleşmiş olduğu, azınlıkların ve yabancıların yaşadığı Pera (Beyoğlu) ise kentin en renkli eğlence merkezi ve İstanbul'un Batılı yüzüydü. Yabancılar ve azınlıkların yanı sıra, Batılı yaşama ayak uyduran Türkler de bu çevreye yerleşmeye başladı. 19. yüzyıldaki bu gelişmelerin doruğunu ise Osmanlı hanedanının yüzyıllardır süren geleneği bozarak Topkapı Sarayı' nı terk edip, yüzyılın ortalarında, Galata' nın ve yabancı elçiliklerin yakınındaki Dol-mabahçe Sarayı'na taşınması oluşturur. Sur-u Sultani dışındaki ilk saray olan Dol-mabahçe'yi sonraki yıllarda yapılan Beylerbeyi, Çırağan ve Yıldız sarayları izledi. Bu arada kent hızla büyüdü ve yayıldı. Galatasaray-Taksim ekseninin yanında Tar-labaşı da gelişti. Bir önceki yüzyılda yapılan kışlaların çevrelerinde yerleşmelerin oluşması sonucunda 19. yüzyılda Rami, Halıcı-oğlu, Taksim, Maçka, Gümüşsüyü ve Harbiye İstanbul'un belli başlı semtleri olarak belirdi. Boğaz'ın Avrupa yakasındaki yerleşmeler birbirleriyle birleşirken, Asya yakasındaki Üsküdar, Kadıköy'e doğru gelişti. Kadıköy ise Kurbağalıdere'ye doğru yayıldı, Kızıltoprak, Kalamış, Fenerbahçe, Erenköy gibi semtler ve bunların arasında seyrek mahalleler ortaya çıktı. Haliç'teki sanayileşme de Feshane'nin kurulmasıyla bu yüzyılda başladı. Bu arada kentin yönetimi için atılan önemli bir adım da 1854'te belediye örgütünün kurulması oldu.
1850'de Şirket-i Hayriye kuruldu ve Bo-ğaz'da vapur seferleri başladı. 1869'da kurulan Atlı Tramvay Şirketi'nin 1872'de ilk hatları açması, 1875'te de Tünel'in çalışmaya başlaması, büyüyen ve gittikçe yaya olanaklarını aşan kent ulaşımına yeni bir boyut getirdi. Atlı tramvayın yerini 1914'te elektrikli tramvay aldı.. 1873'te Sirkeci-Edirne ve Haydarpaşa-İzmit demiryollarının işletmeye açılmasıyla banliyö trenleri çalışmaya başladı. Böylece kent çevresinde banliyö yerleşmeleri gelişti. 1890'da Sirkeci Garı, 1908'de Haydarpaşa Garı bitirildi. 1895'te Galata, 1900'de de Sirkeci rıhtımları tamamlanarak İstanbul limanının modern-leştirilmesinde ilk adımlar atıldı. 1903'te Haydarpaşa limanının da yapılmasıyla İstanbul'un 19. yüzyılda gelişen dış ticaretinin altyapısı oluşturularak yabancı ülkelerle ilişkisi güçlendirildi. Bütün bu altyapı çalışmalarını yabancı şirketler gerçekleştiriyordu.
Cumhuriyet dönemi başında İstanbul, sosyoekonomik ve kültürel açıdan eski parlaklığını önemli ölçüde yitirmiş, siyasal karar merkezi olmaktan çıkmış ve nüfusu yüzyılın başında 1 milyonu aşmaktayken, 1927'de 700 binin altına düşmüş bir kentti. Bununla birlikte, savaşta yakılıp yıkılan Anadolu'ya göre daha iyi durumdaydı ve ülkenin en önemli kenti olma özelliğini koruyordu.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında kent nüfusunun artış hızı, Türkiye ortalamasının altındaydı; bu durum İstanbul'un imarını olanaklı kıldı. 1930'larda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden İstanbul'a çağrılan plancı ve mimarlar kent için çeşitli planlar hazırladı. Henri Prost'un hazırladığı plan (1937), kentin sonraki mekansal yapısı üzerinde belirleyici bir etki yaptı. Prost Plam'nın(*) özelliklerinden biri, kenti İstanbul, Beyoğlu ve Üsküdar-Kadıköy olmak üzere üç ayrı bölümde ele almasıydı. Bu planın en önemli yanı, Haliç kıyılarını orta ve büyük sanayinin yerleşimine açmasıydı. Plan doğrultusunda, Atatürk Köprüsü'nden Halic'in kaynağına uzanan alanlara büyük sanayi, eski kentin Galata ye Atatürk köprüleri arasındaki kesimine ise hal, balıkhane ve toptan gıda maddeleri ticareti yapan işyerleri yerleşti. Halic'in yıllar boyu süren kirlenme süreci bu gelişmelerle başladı.
Başkent olma işlevinin kalkmasıyla, eskiden yöneticilerin oturduğu ve kentin gözde semtlerinden olan Süleymaniye, Fatih, Beyazıt ve Şehzadebaşı gitgide sönükleşti. Bu semtlerdeki konaklar oda oda kiraya verilmeye ya da yıkılmaya başladı. Buna karşılık, 1930'larda üst gelir gruplarının yerleştiği Beyoğlu yakasının çekiciliği arttı. 1933'e gelindiğinde, tarihsel yarımadanın nüfusu 125 binken, Beyoğlu'nun nüfusu 150 bini aşmıştı. 1950'lerin öncesinde İstanbul'un merkezi iş alam Çarşıkapı, Sirkeci, Eminönü ve Karaköy'ü kapsıyordu. Beyoğlu'na yerleşen üst gelir grubuna yönelik ticaret ise Kara-köy'den istiklal Caddesi'ne kaymıştı.
1940'lar, Türkiye'de sermaye birikiminin sanayiye aktarılabilecek ölçeğe yaklaştığı yıllardı. İstanbul, sunduğu olanaklarla Anadolu sermayesi için önemli bir çekim merkeziydi. Prost Planı'yla başlayan Halic'in sanayiye açılması süreci, 1947'de Belediye İmar Müdürlüğü "tarafından "İstanbul Sanayi Bölgelerine Ait Talimatname"nin ve 1949'da da ilgili komisyon raporunun yayın-lanmasıyla tamamlandı. 1947 Talimatnamesi, Eyüp-Silahtarağa, Eyüp-Edirnekapı ve Yedikule-Bakırköy arasını ağır, Halic'in iki yakasını ise orta ölçekli sanayinin yerleşimine açtı. 1949 raporu da bunlara ağır sanayi alanları olarak Eyüp'ün kuzeyini, Maltepe çevresiyle Davutpaşa yolunu, Kazlıçeşme, Zeytinburnu, Bakırköy'ün dış kesimini, Yeşilköy ve Küçükçekmece'yi, Anadolu yakasında ise Maltepe-Kartal arasıyla Pendik'i ve Kadıköy-Gazhane çevresini ekledi. Bu yıllarda, Boğaz kıyılarına kamuya ait şişe ve cam, ispirto ve rakı, kibrit fabrikaları ile kömür depolan yerleşti.
I. Dünya ve Kurtuluş savaşlannda yaşadığı sarsıntılardan sonra İstanbul ülke ölçeğindeki gücüne, II. Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda yeniden kavuştu. 1950'lerde, topraktan kopan geniş kitlelerin akınına uğradı. 1950'de 983.041 olan kent nüfusu, 10 yıl sonra 1.466.535'e ulaştı. İlk göç dalgasıyla gelenler Haliç yöresiyle sur dışındaki sanayi kuruluşlarının çevresine yerleşti; Kağıthane ve Zeytinburnu'nda ilk gecekondu mahallelerinin çekirdekleri oluştu. Anadolu yakasında da o zamanlar Ankara Asfaltı diye anılan karayolu üzerindeki sanayi kuruluşlarının çevresinde gecekondulaşma başladı! 1951'de kentin tümün-deki gecekondu sayısı 8.500 iken, 1957'de yalnızca Zeytinburnu 26 bin konutta 60 bin kişinin yaşadığı bir gecekondu mahallesi haline geldi. Nüfusu hızla artan Zeytinburnu, 1957'de ilçe yapıldı.
Zeytinburnu'nun ardından Eyüp-Rami sanayi bölgesinin yakınlarında, kentin ikinci büyük gecekondu mahallesi olan Taşhtarla ortaya çıktı. İlk kez 1950'lerde Bulgaristan ve Yugoslavya'dan gelen göçmenlerin yerleştirilmesiyle oluşan Taşhtarla, daha sonra kente Anadolu'dan gelen göç akınıyla büyüdü ve 1963'te Gaziosmanpaşa adıyla ilçe yapıldı.
1954'te Avrupa yakası için hazırlanan sanayi planı, Mecidıyeköy-Levent, Mecidiye-köy-Şişli, Bomonti ve Kasımpaşa-*Kağıtha-ne arasında kalan kesimleri sanayiye açtı. 1955'te yürürlüğe giren İstanbul Sanayi Planı ise Haliç'teki sanayi yerleşmesini bir ölçüde dondururken, Topkapı-Rami ve Levent'te yeni sanayi alanları belirledi. 1950'lerin üçüncü büyük gecekondu alanı Kağıthane çevresinde gelişti. Yeni sanayi alanları açılması Halkalı, Maltepe, Kartal gibi denetim dışı alanların parsellenerek gecekondulaşmasına neden oldu.
1950'lerin ortasına gelindiğinde İstanbul, batıda Yeşilköy, kuzeyde Levent, doğuda da Bostancı'ya uzanan bir alana yayıldı. Zeytinburnu, Bakırköy ve Yeşilköy, birbirlerinden yeşil alanlarla ayrılmış mahalleler durumundaydı. Kentin Bostancı uzantısının bahçeli konutlardan oluşan seyrek bir dokusu vardı. 1950-60 döneminde İstanbul, oldukça "keyfi" bir imar ve istimlak etkinliği yaşadı. İnönü (Dolmabahçe) Stadyumu, Spor ve Sergi Sarayı, Florya Plaj Tesisleri, Açıkha-va Tiyatrosu ve Levent Konut Siteleri 1950'lerde tamamlandı. Ataköy'de 70 bin kişilik bir yerleşme ile kıyıdaki plaj ve turistik tesislerin temelinin atılması, Yeşilköy Havalimanı'nın (bugün Atatürk Havalimanı) genişletilmesi, Edirne-İstanbul karayolunun Topkapı girişinin düzenlenmesi, Yeşilköy'e kadar 50 m genişliğinde bir yol yapılması, Vatan ve Millet caddeleri ile Barbaros Bulvan'nm açılması, Sirkeci-Flor-ya sahil yolunun, Saraçhane'de İstanbul Belediye Binası'nın yapılması, Tophane-Dolmabahçe yolunun genişletilmesi, Salı-pazan'nda rıhtım ve antrepoların kurulması 1950'lerde İstanbul'un görünümünü değiştiren başlıca uygulamalar oldu.
1960'larda bütün hızıyla süren gecekondulaşmanın yanında kentsel mekanın biçimlenişini değiştiren ikinci olgu da imarlı alanlardaki apartmanlaşma olarak belirdi. 1965'te Kat Mülkiyeti Kanunu'nun çıkmasıyla İstanbul'un kentsel alanındaki arsaların değeri büyük artış gösterdi. İnşaat sektörü en canlı dönemlerinden birine girerken, önce boş alanlar; daha sonra yeşil alanlar, parklar ve oyun alanları apartmanlarla doldu.
Kentsel rantın ve maliyetlerin yükselmesi, büyük sanayinin kent çevresine yayılma eğilimini pekiştirdi. Çeşitli özendirme önlemleriyle de desteklenen bu süreç sonucunda sanayi kuruluşlarının hücumuna uğrayan Yakacık-Tuzla-Çayırova-Gebze eksenine, Kartal-Maltepe sanayi alanları eklendi. Asıl gelişme kentin Anadolu yakasında görülürken, Avrupa yakasında Zeytinburnu ile Bakırköy arasım doldurmuş olan sanayi alanları bir yandan Sefaköy (Safraköy), Halkalı ve Firuzköy'e uzanıyor, bir yandan da Eyüp-Rami-Gaziosmanpaşa bölgesinden kuzeye doğru yayılarak Küçükköy, Alibey-köyü ve Kağıthane'ye ulaşıyordu. Bu arada Şişli'den Maslak'a uzanan Büyükdere Cad-desi'nin batısında da bir sanayi alanı oluştu.
Sanayileşmenin hız kazanması, gecekondulaşmayı doğrudan etkiledi. 1960-65 arasında Türkiye'de gerçekleşen içgöçün yüzde 36'sı, 1965-70 arasında ise yüzde 22,'si İstanbul'a yönelikti. 1960'lann sonunda İstanbul nüfusunun yüzde 25'i, son beş yıl içinde göç edenlerden oluşuyordu. 1962'de 78 bin olan gecekondu sayısı, 10 yıl sonra 195 bine çıktı. Aynı yıl gecekonduda oturanların kent nüfusu içindeki payı yüzde 40 düzeyindeydi. 1970'lerde hazine arazisinde yapılan gecekondulara, belediye sınırları dışındaki tanm alanlarına her türlü denetimden uzak biçimde yapılan tapulu gecekondular da eklendi.
1960'lann başında 1,5 milyona yaklaşan, 1970'lerde 2 milyonu aşan nüfusuyla, kentsel işlevlerin sürekli ve yaygın olması ve etki alanının genişliğiyle, sanayinin kent dışına kayması ve birden çok merkezin ortaya çıkmasıyla İstanbul, artık metropol olarak tanımlanabilecek bir ölçeğe ulaştı. 1970'lerde İstanbul, büyük bir nüfus yığılmasının da etkisiyle konut ve ulaşım gibi temel altyapı gereksinmelerinde büyük boyutlara varan sorunlarla karşı karşıya kaldı. Bu yıllarda İstanbul'da mekansal yapı açısından en önemli olgu, Boğaz'ın iki yakasının bir köprüyle bağlanmasıydı. Kentin transit taşımacılık işlevini güçlendiren Boğaziçi Köprüsü ve çevre yolları, hızlı büyüme sonucunda kısa sürede kent içi ulaşım ağının omurgası haline geldi. 1970'lerin bir başka önemli olgusu da, yerli otomobil üretiminin başlaması ve özel oto sayısında görülen büyük artıştı. İstanbul'da 1950'de toplam otomobil sayısı 2 bin iken, bu sayı 1970'lerin başında 80 bini, 1980'lerin başında ise 300 bini aştı. Özel oto sahipliğinin sağladığı hareketlilik, kentin merkezden uzak kesimlerinin yerleşime açılmasını hızlandırdı. Özel oto sayısının artması ve Boğaziçi Köprüsü'nün yapımı, kentin iki yakası arasındaki nüfus dengesini etkiledi. 1970'te kent nüfusunun yüzde 23'ü Asya, yüzde 77'si Avrupa yakasında yaşarken, 1990'da Asya yakasında yaşayanların kent nüfusu içindeki payı yüzde 34'e yükseldi. Kent doğuda Bostancı-Maltepe-Kartal-Pendik-Gebze yönünde hızla yayıldı, batıda ise D-100 karayolu boyunca Silivri'ye ulaştı.
Anadolu yakasındaki bir başka önemli gelişme de Bostancı-Erenköy Bölgeleme imar Planı'nın yapılmasıydı. Bu plan, organik dokusunu 1970'lere değin korumuş olan bu bölgenin Bağdat Caddesi çevresi ve kıyı dışında kalan kesimlerine, kat sınırlaması yerine, inşaat alanı sınırlaması getiriyordu. Uygulama sonunda Kızıltoprak ile Bostancı arasındaki yapı alanı kısa sürede yaklaşık iki kat arttı.
1970'lerde hız kazanan bir başka olgu, kentin iki yakası boyunca Marmara kıyılarında ortaya çıkan ikinci konut sahipliği oldu. Eskiden yazlığa gidilen alanlar batıda Yeşilköy, kuzeyde Büyükdere ve Sarıyer, batıda da Suadiye, Bostancı ve Adalarla sınırlıyken, bu yıllarda batıda Kumburgaz ve Silivri, doğuda ise Dragos ve Bayramoğ-lu ile Yalova ve Çınarcık'a kadar uzanan kesim yazlık konut, site, motel ve çeşitli dinlenme tesisleriyle doldu. 198O'e gelindiğinde kent nüfusu 3 milyona varmıştı. Kentte çizgisel gelişmenin ve met-ropolitenleşmenin yapısına uygun olarak birden çok altmerkez ortaya çıktı. Bununla birlikte asıl kent merkezi ya da metropoliten merkez olarak tanımlanabilecek üç bölge güneybatıda tarihsel yanmada, onun kuzeyinde Karaköy ve Beyoğlu, doğuda da Üsküdar ve Kadıköy çekirdekleriydi. Bunlar suyollanyla birbirinden ayrılıyordu.
Tarihsel yarımadada maliye, adliye, vilayet, belediye gibi yönetim birimleriyle, girişleri pasaj biçiminde düzenlenmiş işhan-lan yer alır. Hanlarda basımevleri, dokuma, plastik eşya ve hazır giyim (konfeksiyon) atölyeleri ve ithalatçılar yoğunlaşmıştır. Gıda maddeleri ve kumaş toptancıları ile kuyumcuların kümelendiği Kapalıçarşı-Mahmutpaşa-Sultanhamam-Mısırçarşısı yöresi, aynı zamanda kentin alt gelir gruplarının alışveriş çevresidir. Kapalıçarşı ile Sultanahmet çevresinde turistik ticaret yaygındır. Merkezi iş alanı içinde bankalar, sigorta kuruluşları ve başka büyük şirketlerin yoğunlaştığı kesimlerden biri Karaköy'dür. Üst gelir gruplarına yönelik perakende ticareti, büyük ölçüde Nişantaşı-Şişli bölgesine kaptırmış olan Beyoğlu otel, bar, pavyon, meyhane, sinema ve tiyatrolanyla orta ve alt gelir gruplarının ilgi gösterdiği bir merkez durumundadır. Nişantaşı-Osmanbey-Şişli ekseni ise, üst gelir gruplarının alışveriş ettiği büyük mağazaları, şık lokantaları ile çekici bir merkez durumundadır. Bu eksenin devamı niteliğindeki Şişli-Mecidiyeköy-Zincirlikuyu-Levent yöresi holdinglerin, yerli ve yabancı şirketlerin yerleştiği bir iş çevresidir.
1980'ler İstanbul'a kentin yönetsel yapısına ilişkin önemli bir değişiklik getirdi. 1984'te çıkarılan büyükşehir belediyelerine ilişkin yasayla İstanbul'da büyükşehir belediyesi ve onunla bağlantılı olarak çalışacak ilçe belediyelerinden oluşan yeni bir yönetim yapısı kuruldu. 1980'lerde Haliç çevresindeki sanayi kuruluşlarının kent dışına taşınmasına ve Haliç' in temizlenmesine başlandı, İstanbul kanalizasyon sisteminin oluşturulmasına girişildi. İstanbul Boğazı'nda yapılan ikinci köprü, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü adıyla çevre yollan tamamlanmadan 3 Temmuz 1988'de açıldı. 1980'lerin İstanbul açısından bir başka önemli olgusu da, kentin pek çok semtini kapsayan istimlakler ve kıyı düzenlemeleridir. Bunların başında Haliç kıyılarıyla Tar-labaşı'ndaki istimlak ve yıkımlar, Boğaz-içi'ndeki kıyı düzenlemeleri ve kazıklı yollar ile Kadıköy-Bostancı kıyısının doldurulması gibi tarihsel dokuyu önemli ölçüde değiştiren uygulamalar sayılabilir. Marmara Böl-gesi'nde Türkiye'nin kent nüfusunun üçte birini banndıran bu alt bölgenin batı-doğu doğrultusunda uzanan ana ekseni Çorlu, Tekirdağ, Silivri, Büyükçekmece, Küçük-çekmece, İstanbul, Gebze, İzmit, Adapaza-n'dır. Yönetsel yapının nüfusu hızla artan ile yetersiz gelmesi üzerine 1987'de Büyükçekmece, Kağıthane, Küçükçekmece, Pendik ve Ümraniye, 1990'da Bayrampaşa, 1992'de de Avcılar, Bağcılar, Bahçelievler, Güngören, Maltepe, Sultanbeyli ve Tuzla ilçeleri kuruldu.
İstanbul, bütün Türkiye çapında bir sağlık ve eğitim merkezi olma işlevini de görür. Kentteki başlıca yükseköğrenim kurumları İstanbul, İstanbul Teknik, Marmara, Yıldız, Boğaziçi ve Mimar Sinan üniversiteleridir. Başta üniversite ve SSK hastaneleri olmak üzere Numune, Haseki, Vakıf Gure-ba, Zeynep-Kamil hastanelerine Türkiye' nin her yanından hasta gelir. Kentte özel ve askeri hastanelerle azınlıklara ait hastanelerden başka sanatoryumlar ve ihtisas hastaneleri de vardır.
İstanbul aynı zamanda Türkiye'nin kültür ve sanat merkezidir. Türk sinemasının merkezi Yeşilçam bu kenttedir. 1973'ten bu yana düzenlenen Uluslararası İstanbul Festivali'yle, ilk kez bu festival çerçevesinde 1982'de düzenlenen ve 1984'te Uluslararası İstanbul Sinema Günleri adıyla bağımsız bir etkinlik haline gelen, 1988'de ise Uluslararası İstanbul Film Festivali(*) adını alan etkinlikler yalnız İstanbul'un değil, Türkiye' nin de başlıca sanat olaylarındandır.
Ahal Teke atı resmen bir Türk atıdır
Bilimciler Ahal Teke atını, 3000 yıl evvel insanlar tarafından ilk evcilleştirilmiş olan at türü olarak görürler.
Orta Asya da Türk halkları arasında yaygındır.
Özellikle Türkmenler Ahal Teke atına sahip çıkarlar ve onun bir Türkmen atı olduğunu söylerler.
Ahal Teke’nin adı Manas ve Dede korkut gibi Türk destanlarında geçer ve Türkmenistan’ın Ahal vilayetinde yaşayan Teke kabilesinden gelmektedir.
Özellikleri
Dik bir duruşu, uzun ince bir boynu, eğimli omzu, uzun bir sırtı, uzun bacakları ve küçük sert bir kalçası vardır. Yelesi yumuşak ve azdır. Kulakları diğer atlarınkinden uzun ve hafif orak şeklindedir. Çoğu ahal tekenin gözlerinin etrafı siyah olduğu için gözleri badem şeklinde görünür. Vücudu daima hafif metalik parlar. Kılları çok ince ve yumuşaktır. Hareketleri çok rahat ve esnektir. Hüner ve eğitim gösterilerinde diğer atların zorlandığı bazı zor hünerleri kolayca başarır. Özellikle “Pas” ve “Tölt” adlı hareketleri kolay yapar. Cesur, zeki, duygusal ve bazen de inatçıdır, sezgileri güçlüdür, sahibine daima çok bağlıdır, hatta tek biniciye alışık olurlar ve onun en ufak imalarını bile algılayabilirler.
Tarih
Ahal Teke atı doğrudan eski Türkmen atlarının soyundan gelen ve çarlık Rusya’sında oluşturulmuş (Türkmen atının aygır defterleriyle kayda geçirilmesi) safkan bir at ırkıdır. Buzul çağından kalma mumyalaşmış ve donmuş at cesetlerinden anlaşıldığı üzere belki de tam anlamıyla safkan olan tek at ırkıdır. Ahal Teke milattan önceki binyılda bile Doğu Avrupa’dan Çin’e kadar ün salmıştır.
Ahal Teke kanı Avrupalı at soylarının pek çoğunda bulunur. İngiliz tam kan at ırkının defterinde kayıtlı bütün damızlıkların soyu, Osmanlı İmparatorluğu’ndan İngiltere’ye gitmiş olan üç aygıra dayanır. Bunlardan biri Kuzey Afrika’dan gitmiş olup muhtemelen Arap atıdır. Ancak diğer ikisi özellikle de İstanbul’dan gelen “Byerly Turk” kesin olarak eski Türkmen atıdır. Alman at ırklarını etkilemiş olup bu ırkları ıslah eden en ünlü aygırın adı Almanca ‘da “Turkmen Atti ‘dir (Türkmen Atı isminin Almanca telaffuzu).
Avrupa da ki at soyları bugüne kadar hala ara sıra Ahal Teke damızlıkları ile çiftleştirilip, böylece asilleştirilirler. Almanya da Neustadt kentinde bulunan bir Trakyalı-atı çiftliğinde kısa zaman önce tekrar Ahal Teke çiftleşmeleri ile Trakyalı-atları asilleştirilmişlerdir.
Orta Asya da Türk halkları arasında yaygındır.
Özellikle Türkmenler Ahal Teke atına sahip çıkarlar ve onun bir Türkmen atı olduğunu söylerler.
Ahal Teke’nin adı Manas ve Dede korkut gibi Türk destanlarında geçer ve Türkmenistan’ın Ahal vilayetinde yaşayan Teke kabilesinden gelmektedir.
Özellikleri
Dik bir duruşu, uzun ince bir boynu, eğimli omzu, uzun bir sırtı, uzun bacakları ve küçük sert bir kalçası vardır. Yelesi yumuşak ve azdır. Kulakları diğer atlarınkinden uzun ve hafif orak şeklindedir. Çoğu ahal tekenin gözlerinin etrafı siyah olduğu için gözleri badem şeklinde görünür. Vücudu daima hafif metalik parlar. Kılları çok ince ve yumuşaktır. Hareketleri çok rahat ve esnektir. Hüner ve eğitim gösterilerinde diğer atların zorlandığı bazı zor hünerleri kolayca başarır. Özellikle “Pas” ve “Tölt” adlı hareketleri kolay yapar. Cesur, zeki, duygusal ve bazen de inatçıdır, sezgileri güçlüdür, sahibine daima çok bağlıdır, hatta tek biniciye alışık olurlar ve onun en ufak imalarını bile algılayabilirler.
Tarih
Ahal Teke atı doğrudan eski Türkmen atlarının soyundan gelen ve çarlık Rusya’sında oluşturulmuş (Türkmen atının aygır defterleriyle kayda geçirilmesi) safkan bir at ırkıdır. Buzul çağından kalma mumyalaşmış ve donmuş at cesetlerinden anlaşıldığı üzere belki de tam anlamıyla safkan olan tek at ırkıdır. Ahal Teke milattan önceki binyılda bile Doğu Avrupa’dan Çin’e kadar ün salmıştır.
Ahal Teke kanı Avrupalı at soylarının pek çoğunda bulunur. İngiliz tam kan at ırkının defterinde kayıtlı bütün damızlıkların soyu, Osmanlı İmparatorluğu’ndan İngiltere’ye gitmiş olan üç aygıra dayanır. Bunlardan biri Kuzey Afrika’dan gitmiş olup muhtemelen Arap atıdır. Ancak diğer ikisi özellikle de İstanbul’dan gelen “Byerly Turk” kesin olarak eski Türkmen atıdır. Alman at ırklarını etkilemiş olup bu ırkları ıslah eden en ünlü aygırın adı Almanca ‘da “Turkmen Atti ‘dir (Türkmen Atı isminin Almanca telaffuzu).
Avrupa da ki at soyları bugüne kadar hala ara sıra Ahal Teke damızlıkları ile çiftleştirilip, böylece asilleştirilirler. Almanya da Neustadt kentinde bulunan bir Trakyalı-atı çiftliğinde kısa zaman önce tekrar Ahal Teke çiftleşmeleri ile Trakyalı-atları asilleştirilmişlerdir.
Bu fotoğrafta bir önemli sır ve mesaj var!
Türk Yunan Savaşına Ait Hatıra İpek Mendil
İstanbul'da ipek mendil hikayesi
Geçmişini bilmeyen geleceğini bilemez
Şimdi size bir nesneden, bir objeden başka bir hikaye anlatacağım.
Gördüğünüz bu kare mendil, sıradan bir bez midir?
Yoksa tekstil uygarlığının büyük bir parçası mı?
Etrafımız kan, gözyaşı ve acılarla kavruluyor. . Savaş, terör, şiddet, ırkçılık! Rüzgar eken fırtına biçiyor!
Binlerce insan ipek mendil gibi bir yerden bir yerlere savruluyor.
Gencecik fidanlar toprağa düşüyor!
Bu boğucu havada size bir mendil hikayesi anlatayım dedim!
Bu ipek hatıra mendili, mücadele dolu bir savaşın çağlar aşan tanığı.
Yüzyıllardan bugüne ulaşan ipek mendil, büyük bir mücadelenin, 1897 Türk-Yunan savaşının sessiz şahidi.
İpek mendil gibi oradan buraya savrulan binlerce şehit, gazi ve savaş yetiminin aziz hatırası.
Sizce bu mendilin manevi değerine paha biçilebilir mi?
Peki, ya maddi değeri nedir?
Şehit aileleriyle gazilere yardım toplama amacıyla satılan ipek mendilin işlemesine dikkatli bakalım!
Yıldız Sarayı önünde duran askerler tasvir ediliyor!
Bu sıradan bir tasvir değil!
Şu askerlere dikkat edin bize çağlar aşan bir mesaj veriyor!
Bugünlerde de çok ihtiyacımız olan bir mesaj bu!
Mendile, kardeşlik ruhu işlenmiş.
Nerede bu kardeşlik ruhu, Blogger Bolat?
Yıldız Sarayın önünde duran Türk, Kürt, Arap, Boşnak ve Arnavut Osmanlı askerleri bize "geçmişimizde saklı büyük kardeşlik ruhunu ve birliği" hatırlatıyor.
Sandıktan çıkan bu ipek mendil "barışı ve kardeşliği" işaret ediyor.
Rüzgar eken fırtına biçer aman diyeyim kin ve nefretten uzak kalın!
Yitirdiğimiz canların ailelerine sabırlar diliyorum.
Mendil Kelimesinin Etimolojisi, kökeni
Not: Mendil milattan önceki yüzyıllarda Yunanlılar tarafından yüz kurulama için kullanılan kare şeklindeki bir beze verilen "mandilion" isminden günümüze gelmiştir.
Harem Tarihi
Bu başlıkta Osmanlı hanedanından gelme bazı padişahların cinsel tercihlerini ve davranışlarını göreceğiz.
Yavuz Sultan Selim, 1514 teki Çaldıran Seferi sırasında Şah İsmail’i savaş meydanında yendikten sonra, oralarda gördüğü 14-15 yaşında bir oğlan çocuğuna da diz çöküp ilanı-ı aşk etmiştir.
Fatih Sultan Mehmet, Patrik Natruras’tan oğlunu kendisine istemiştir.
Osmanlı Padişahlarının olağandışı bu cinsel tercihleriyle ilgili kaynaklar,
(Hammer ‘in kitabının 285. Sayfası, Alfanso De la Martin’in Osmanlı Tarihi kitabının 1.cilt 114.s., Reşet Ekrem Koçu’nun Osmanlı Padişahları eserinin 207.s, Çağatay Hoca’nın T.T.K yayınlarından çıkan kitabının 43.s, Rıza Zelyut ’un Osmanlıda Karşıt Düşünce ve İdam Edilenler kitabının 108.s, Erdoğan Aydın’ın Fatih ve Fetih adlı kitabında)
“Padişah yakınlarında bulunan ve iç sarayda çalışan içoğlanları, yakışıklı ve parlak gençlerden seçilir ve yüzleri peçe ile kapatılırdı“ ve bunu İslam hukukunda şu sözlerle meşrulaştırıyorlardı;
“Genç bir hoca veya terbiyeci, genç ve bıyığı bitmemiş çocuklarla fazla yalnız kalmasın. Zira nefis, insanları kötülüklere sevk edebilir. Hatta bu tür gençler yüzlerine peçe bile örtebilirler. Bu tür gençlere şabbemret denilir”.
Cevdet Paşa kendi ifadelerine dikkat buyurunuz:
“İstanbul’da bizim delikanlı sevgililerimiz vardı”
“Tanzimat sosyal hayatta birçok değişiklikler getirdi ve erkeğin yerini kadın aldı”
“Ve bazı kişiler bu huylarından vazgeçmediler, gizli gizli erkek sevgilileriyle bir arada oldular.
Bunların en başında gelen Sadrazam Ali Paşa’ydı,” diyor. Hatta cümlesi şöyle geçiyor:
“Bu cihetle Ali Paşa’nın dairesi mesarifi şehriyye (yani aylık) üç dört bin altına vardı ve Ali nam çare bu delikanlısının mesarifi ( yani sevgilisinin masrafları ) efendiden bir ademin hanesini kibarane surette idare edebilirdi” diyor.
Padişahlar cinsel ilişkide bulunmak için güzel oğlanları toplatıp hareme alıyorlardı
(Osmanlı tarihi, Alphonse de Lamartine, Cilt 1, S:114)
Fatih sıkı bir oğlancıydı (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:207-221)
4. Murat'a annesi oğlan bulurdu (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:207-221)
Vezir Ahmet Paşa, padişahın özel hareminde bulunan ve cinsel ilişkide olduğu oğlanına aşık oldu diye öldürüldü ( St. Shaw, 1, S:203)
3. Murat'ın 130 çocuğu vardı (Padişahın kadınları ve kızları, M. Çağatay Uluçay, Türk Tarih Kurumu Yayınları, S:43)
3. Murat'ın annesi bulabildiği kadar oğluna günde bir bakire kız veriyordu (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:207-221)
3. Murat, annesinin bulduğu iki cariye ile ilişkiye giremeyince, annesi büyü yapıldı sandı (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:161-162)
Padişah 1. Ahmet beşikteki öz kızını sadrazamla evlendirdi (Osmanlı tarihi, Alphonse de Lamartine, Cilt 2, S:587)
Paşa İbrahim, kızını 4 yaşında evlendirdi (Padişahın kadınları ve kızları, M. Çağatay Uluçay, Türk Tarih Kurumu Yayınları, S:63)
Padişah 3. Ahmet 5 yaşındaki kızını sokakta görüp beğendiği daha sonra da sadrazam yaptığı Ali Paşa'ya verdi (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:289)
Osmanlılar, Karaman kadınlarına tecavüz ettiler (Aşıkpaşaoğlu Tarihi, Aşıkpaşaoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, S:40)
Sultan 4. Ahmet'in 700'den fazla cariyesi vardı (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:244)
600 küsur yıl cihan devleti, şerri devleti olduklarını iddia eden Osmanlı hanedanının sapkınlıkları ortadadır.
OSMANLILARDA MÜZİK VE MUTFAK KÜLTÜRÜ
Osmanlı hanedanının Türk’lükten ne denli uzaklaştığını mutfak ve müzik kültürüne bakınca apaçık ortadadır.
Osmanlının mutfak kültürü orta Asya ’dan çok farklıdır. Osmanlıda zeytinyağlı yemeklerin neredeyse tamamı Bizans mutfağıdır. (M.Rauf İnan, Atatürk'ün Evrenselliği, Önder Kişiliği, Eğitimci Kişiliği ve Amaçları, Ankara, 1983, s.198.)
Türk musikisi, sanat müziği denilen şey Bizans müziğidir. Kullanılan enstrümanlar hemen hemen aynıdır. Hatta “Musiki” kelimesi bile Yunancadır. (Ramsay'dan aktaran, Bernard Lewis, a.g.y., s.331.)
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK VE OSMANLI
Türk aydınının durumuna gelince; çok az sayıda olsa da uyanma belirtileri başlamıştı. Bunlar arasında en önemlisi Ziya Gökalp adını taşıyor.
"Sorma bana oymağımı boyumu,
Beş bin yıldır millet gibi yaşarım...
Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı,
Türküm, bu ad her unvandan üstündür,"
diye haykırıyordu.
Öte yandan, özgür düşüncenin olmadığı bir ortamda, kendi ulusal çıkarlarını savunma olanağından yoksun olan bir avuç kişi yurt dışında özgürlük arıyorlardı. Bu aydınlar, yurt özlemi ile, ülkelerinden aldıkları yüz kızartıcı haberlerin ve kötü gelişmelerin ezikliği içindedirler.
Onlardan birisi, o günlerin koşullarını, şu duygusal satırlarla günümüze aktarmaktadır: "Bir mayıs sonu ya da bir haziran başı idi. Bağımsız fakat, bütün kalbiyle İttifak Devletlerinin zaferini kutlayan bir Avrupa şehrinde, başım eğik, gözlerim yaşlı dolaşıyorum. Yüreğim bir derin uçurum, kafam bir cehennemdir....
Gün geçmiyor ki, bir mağazada bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir alay edilme veya ağır bir hakaretle karşılaşmayayım. ...lakabımız 'makak'tı. (bir çeşit şempanze maymun türü). ... gönül verdiğimiz genç kızlar Türklüğümüzü sezince bizden iğrenip kaçıyordu.
İşte, o şehrin bu cehennem atmosferi içinde, bir gün yılgın ve çekingen dolaşırken, gözlerim, ansızın, bir gazete satıcısının sergisinde, bir sürü gazete adı ve başlıkları arasında, iri harflerle dizilmiş şu satırlara ilişiverdi: 'Bir Türk generali İtilaf kuvvetlerine karşı yeniden harbe hazırlanıyor.' Titreyerek gazeteyi aldım. Yürürken okuyorum; "Mustafa Kemal Paşa isminde bir Türk generali."( Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, İstanbul, 1971, s.24, 25.)
İşte o Mustafa Kemal önce bölgesel sonra ulusal toplantılarla Türk’e Türklüğünü, dünyaya insanlığını anımsatacak uğraşısını başlatmadan önce geldiği İstanbul'dadır.
Atatürk de bir hatırasını şöyle anlatıyor:
”Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap binbaşısının ‘Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın’ diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla göz yaşında Türklük şuuruna erdim. Onda gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim derin kaynağım, en derin övünç membaım oldu. Benim hayatta yegane fahrim, servetim, Türklükten başka bir şey değildir.” (Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü, s.19).
Atatürk Halifeliği kaldırarak egemenliği gerçek sahibine, ulusa armağan etmiştir.
Atatürk hilafeti kaldırarak İslamiyet’e uygun davrandı aslında. Peygamberin sözü “ Benden sonra hilafet 30 sene devam edecek” nitekim aslında Hz. Hasan’ın hilafetiyle bu iş bitmiştir, Osmanlı neden devam ettirmiştir? Osmanlının çoktan beri kaldırması geren Hilafeti Mustafa Kemal Atatürk kaldırmıştır.
Atatürk “Biz Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlının reddi mirası temelinde kurduk”.
Hazırlayan ve Derleyen: Mete Biricik ( İstanbul, Temmuz 2012)
Yavuz Sultan Selim, 1514 teki Çaldıran Seferi sırasında Şah İsmail’i savaş meydanında yendikten sonra, oralarda gördüğü 14-15 yaşında bir oğlan çocuğuna da diz çöküp ilanı-ı aşk etmiştir.
Fatih Sultan Mehmet, Patrik Natruras’tan oğlunu kendisine istemiştir.
Osmanlı Padişahlarının olağandışı bu cinsel tercihleriyle ilgili kaynaklar,
(Hammer ‘in kitabının 285. Sayfası, Alfanso De la Martin’in Osmanlı Tarihi kitabının 1.cilt 114.s., Reşet Ekrem Koçu’nun Osmanlı Padişahları eserinin 207.s, Çağatay Hoca’nın T.T.K yayınlarından çıkan kitabının 43.s, Rıza Zelyut ’un Osmanlıda Karşıt Düşünce ve İdam Edilenler kitabının 108.s, Erdoğan Aydın’ın Fatih ve Fetih adlı kitabında)
“Padişah yakınlarında bulunan ve iç sarayda çalışan içoğlanları, yakışıklı ve parlak gençlerden seçilir ve yüzleri peçe ile kapatılırdı“ ve bunu İslam hukukunda şu sözlerle meşrulaştırıyorlardı;
“Genç bir hoca veya terbiyeci, genç ve bıyığı bitmemiş çocuklarla fazla yalnız kalmasın. Zira nefis, insanları kötülüklere sevk edebilir. Hatta bu tür gençler yüzlerine peçe bile örtebilirler. Bu tür gençlere şabbemret denilir”.
Cevdet Paşa kendi ifadelerine dikkat buyurunuz:
“İstanbul’da bizim delikanlı sevgililerimiz vardı”
“Tanzimat sosyal hayatta birçok değişiklikler getirdi ve erkeğin yerini kadın aldı”
“Ve bazı kişiler bu huylarından vazgeçmediler, gizli gizli erkek sevgilileriyle bir arada oldular.
Bunların en başında gelen Sadrazam Ali Paşa’ydı,” diyor. Hatta cümlesi şöyle geçiyor:
“Bu cihetle Ali Paşa’nın dairesi mesarifi şehriyye (yani aylık) üç dört bin altına vardı ve Ali nam çare bu delikanlısının mesarifi ( yani sevgilisinin masrafları ) efendiden bir ademin hanesini kibarane surette idare edebilirdi” diyor.
Padişahlar cinsel ilişkide bulunmak için güzel oğlanları toplatıp hareme alıyorlardı
(Osmanlı tarihi, Alphonse de Lamartine, Cilt 1, S:114)
Fatih sıkı bir oğlancıydı (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:207-221)
4. Murat'a annesi oğlan bulurdu (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:207-221)
Vezir Ahmet Paşa, padişahın özel hareminde bulunan ve cinsel ilişkide olduğu oğlanına aşık oldu diye öldürüldü ( St. Shaw, 1, S:203)
3. Murat'ın 130 çocuğu vardı (Padişahın kadınları ve kızları, M. Çağatay Uluçay, Türk Tarih Kurumu Yayınları, S:43)
3. Murat'ın annesi bulabildiği kadar oğluna günde bir bakire kız veriyordu (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:207-221)
3. Murat, annesinin bulduğu iki cariye ile ilişkiye giremeyince, annesi büyü yapıldı sandı (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:161-162)
Padişah 1. Ahmet beşikteki öz kızını sadrazamla evlendirdi (Osmanlı tarihi, Alphonse de Lamartine, Cilt 2, S:587)
Paşa İbrahim, kızını 4 yaşında evlendirdi (Padişahın kadınları ve kızları, M. Çağatay Uluçay, Türk Tarih Kurumu Yayınları, S:63)
Padişah 3. Ahmet 5 yaşındaki kızını sokakta görüp beğendiği daha sonra da sadrazam yaptığı Ali Paşa'ya verdi (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:289)
Osmanlılar, Karaman kadınlarına tecavüz ettiler (Aşıkpaşaoğlu Tarihi, Aşıkpaşaoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, S:40)
Sultan 4. Ahmet'in 700'den fazla cariyesi vardı (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:244)
600 küsur yıl cihan devleti, şerri devleti olduklarını iddia eden Osmanlı hanedanının sapkınlıkları ortadadır.
OSMANLILARDA MÜZİK VE MUTFAK KÜLTÜRÜ
Osmanlı hanedanının Türk’lükten ne denli uzaklaştığını mutfak ve müzik kültürüne bakınca apaçık ortadadır.
Osmanlının mutfak kültürü orta Asya ’dan çok farklıdır. Osmanlıda zeytinyağlı yemeklerin neredeyse tamamı Bizans mutfağıdır. (M.Rauf İnan, Atatürk'ün Evrenselliği, Önder Kişiliği, Eğitimci Kişiliği ve Amaçları, Ankara, 1983, s.198.)
Türk musikisi, sanat müziği denilen şey Bizans müziğidir. Kullanılan enstrümanlar hemen hemen aynıdır. Hatta “Musiki” kelimesi bile Yunancadır. (Ramsay'dan aktaran, Bernard Lewis, a.g.y., s.331.)
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK VE OSMANLI
Türk aydınının durumuna gelince; çok az sayıda olsa da uyanma belirtileri başlamıştı. Bunlar arasında en önemlisi Ziya Gökalp adını taşıyor.
"Sorma bana oymağımı boyumu,
Beş bin yıldır millet gibi yaşarım...
Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı,
Türküm, bu ad her unvandan üstündür,"
diye haykırıyordu.
Öte yandan, özgür düşüncenin olmadığı bir ortamda, kendi ulusal çıkarlarını savunma olanağından yoksun olan bir avuç kişi yurt dışında özgürlük arıyorlardı. Bu aydınlar, yurt özlemi ile, ülkelerinden aldıkları yüz kızartıcı haberlerin ve kötü gelişmelerin ezikliği içindedirler.
Onlardan birisi, o günlerin koşullarını, şu duygusal satırlarla günümüze aktarmaktadır: "Bir mayıs sonu ya da bir haziran başı idi. Bağımsız fakat, bütün kalbiyle İttifak Devletlerinin zaferini kutlayan bir Avrupa şehrinde, başım eğik, gözlerim yaşlı dolaşıyorum. Yüreğim bir derin uçurum, kafam bir cehennemdir....
Gün geçmiyor ki, bir mağazada bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir alay edilme veya ağır bir hakaretle karşılaşmayayım. ...lakabımız 'makak'tı. (bir çeşit şempanze maymun türü). ... gönül verdiğimiz genç kızlar Türklüğümüzü sezince bizden iğrenip kaçıyordu.
İşte, o şehrin bu cehennem atmosferi içinde, bir gün yılgın ve çekingen dolaşırken, gözlerim, ansızın, bir gazete satıcısının sergisinde, bir sürü gazete adı ve başlıkları arasında, iri harflerle dizilmiş şu satırlara ilişiverdi: 'Bir Türk generali İtilaf kuvvetlerine karşı yeniden harbe hazırlanıyor.' Titreyerek gazeteyi aldım. Yürürken okuyorum; "Mustafa Kemal Paşa isminde bir Türk generali."( Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, İstanbul, 1971, s.24, 25.)
İşte o Mustafa Kemal önce bölgesel sonra ulusal toplantılarla Türk’e Türklüğünü, dünyaya insanlığını anımsatacak uğraşısını başlatmadan önce geldiği İstanbul'dadır.
Atatürk de bir hatırasını şöyle anlatıyor:
”Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap binbaşısının ‘Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın’ diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla göz yaşında Türklük şuuruna erdim. Onda gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim derin kaynağım, en derin övünç membaım oldu. Benim hayatta yegane fahrim, servetim, Türklükten başka bir şey değildir.” (Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü, s.19).
Atatürk Halifeliği kaldırarak egemenliği gerçek sahibine, ulusa armağan etmiştir.
Atatürk hilafeti kaldırarak İslamiyet’e uygun davrandı aslında. Peygamberin sözü “ Benden sonra hilafet 30 sene devam edecek” nitekim aslında Hz. Hasan’ın hilafetiyle bu iş bitmiştir, Osmanlı neden devam ettirmiştir? Osmanlının çoktan beri kaldırması geren Hilafeti Mustafa Kemal Atatürk kaldırmıştır.
Atatürk “Biz Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlının reddi mirası temelinde kurduk”.
Hazırlayan ve Derleyen: Mete Biricik ( İstanbul, Temmuz 2012)
Orhon Yazıtlarındaki At İsimleri
Moğollar ve Türkler, Hunlar zamanından beri gerçek anlamda binicilikte usta halklar olarak ün yapmışlardır. Önemli dil belgesi olarak kabul edilen Orhon Yazıtlarında, eğer yaya olarak gidilmek mecburiyetinde olunsaydı o zaman biz bunu büyük bir yoksulluğun işareti olarak kabul edecektik.
etü. yadı-y, tü. yayıy, kar. yayaw, koyb. çazıy, çuv. şuran, yak. sat! “yaya”= mo. yada-gu, kalm. yadü “fakir, yoksul” (Ramstedt, KW 213b).
Orhon Yazıtları’nda da böyle anlatılır.
Örnek: I E 27-28 “her yere gitmiş olan halk öle yite, yaya ve çıplak olarak dönüp geldi”. Tonyukuk Yazıtı’nda da (satır 4) “bunlardan (üçte) iki kısmı at ile (üçte) bir kısmı da yaya…”. Burada Türk halkının yoksulluğu ve mutsuz durumunda ordunun bir amaç uğruna oluşturduğu birliğe işaret edilir. Bunun bir büyük anlamı daha vardır. Tabii ki at, halkın bütün taktik ve stratejilerinin belirlendiği savaşlarda elde edilir. Bu demektir ki, süvarinin en büyük ihtiyacı böylelikle sağlanmış olur. Batıda daha geç zamanlarda, mesela büyük Friedrich ve Napoleon da ondan yararlanmışlardır. Atlar ve onların bakımları başarılı bir operasyon için daima ön şarttır, krş. I E 39 “bizim ordumuzun ne atı ne de azığı vardı”. Düşman atlarının niteliğine göre planlar ve savaş taktikleri hazırlanır ve sonra da kendine özgü taarruz gerçekleşirdi. “biz az idik, kötü durumda idik; (onlar) bizi yenmek için geldiler” II E 32′ de olduğu gibi. Krş. Haenisch YC 193, 194, 199 vs. Savaşlarda, düşmanın iyi cins atlarının öldürülmesi ya da ganimet olarak alınması hedeflenir.
“Tangut halkını yok ettim, çocuklarını (gençlerini), kadınlarını, atlarını ve bütün varlıklarını o zaman aldım, ele geçirdim” cümlesinde olduğu gibi II E 24. Yine II E 38’de de “Türk halkı açlıktan eziyet çekiyordu, ben o at sürüsünü alarak, onları doyurdum, besledim”.
Atların anlamı üzerine eşsiz ve dokunaklı övgüler söz konusu iken, askerin binek hayvanı olan atlar Türk halkının sadece savaştaki kahramanlıklarında değil, bilakis Türkler atlarının ölümü veya yaralanmasını bile anlatırlar. Örnek I E 33 ol at anda ölti, “o at orada öldü” ve I E 36 ol tagdükda Bayirqunurj ** adyırıy udl(u)qın sıyu urtı “Bu saldırıda Bayırkunun aygırı (atı) uyluk kemiğini kırdı”, krş. Thomsen ZDMG 78 (1924), s.137.
Çok enteresandır ve dikkat edilmelidir ki atların her zaman gerçek adları vardır. YC’de ve daha geç hem Moğol hem de Türklerde atlar sadece farklı renklerle adlandırılırdı. Öyle ki YC I 3’te Dajir boro qojar külügüd agtastu bülüe, Burada Haenisch açıkça Çin yazısı işaretlerine dayanarak “büyük ve koyu gri iki iğdiş edilmiş aygır” şeklinde tercüme etmiştir. Ramstedt’e göre dajif de ses değişimi vardır. etü. yayız “kahve rengi, toprak rengi”[4] için örnek I N 5 ve 8. Buna uygun olarak mo. boro = etü. boz “gri”, bkz. I E 32, 33 ve 37 (krş. Ramstedt, KW 51b)
İlk yazıtta Kültegin’in atı (I E 32) şöyle anlatılır.[5] arıilki tadıqın çurın boz [… önce (hücum etti) çurın Tadıqı (?) üstünde gri [at (?) ….]. Tadıq belki = tajik “Farslı, Tacik”.
Barthold’a göre (Dersler s.42, Not. 59) Tonyukuk Yazıtı’nda “Arap” anlamı vardır. Belki Türkler atı ganimet olarak alıyorlardı? Onun ölümünden sonra Kültegin yeni bir binek atı aldı: I E 33 ikinti Işbarayamtar boz atıy binip tagdi. Ol at anda ölti, Thomsen MSFOu V, s. 109’da metni şöyle tercüme eder: “En second liev il monta le cheval fut tué là”, fakat ZDMG 78, s. 151’de ” O Işbara Yamtar’ ın gri atına binerek hücum etti” O, bir at adı olarak dikkati çekmek istiyorsa da bu genitiv eki taşımayan bir addır. Vâmbéry de MSFOu XII (1898), s.53’te metni aynı şekilde anlar. Hem onun aşabara yamtar okuyuşu hem de “dört nala koşan, atik, gri renkli at” şeklindeki tercümesi hayal ürünüdür. Radloff ise Işbara kelimesine önce boy adı olarak dikkati çekmiş fakat sonra bu tahmininden vazgeçmiştir. (krş. Alttürkische Inschriften Sözlüğü’nde de farklı görüşler vardır). Bizim fikrimize göre bu ad Hintlilerle Türk halkının kültür birliği anlayışına enteresan bir katkı sağlar. Biz Işbara kelimesini Eski Hintçe ısvara ya bağlıyoruz. 1. Sıfat. “varlıklı, zengin”; 2. İsim. “bay, hükümdar, kral” vs. ( PW I, 854) ve yamtar ı eski Hintçe yantar (
(PW VI, 848) karşılaştırılabilir. ısvara kelimesi, İhe-Hüşötü mezar taşında geçen, Işbara-Bilge Küli-çur adında da mevcuttur.
Marquart’ın T’oung- Pao’da yayımlanan [XI (1910), s.663] makalesinde ilk Bulgar hükümdarlarından Espererix (M. 664-691) adını Işbarurıy olarak okuması üzerine, Tuna Bulgarlarının Kronolojisini inceleyen Mikkola [JSFOu XXX, 33 (1914)] da ısvara yı hükümdarın atının sürücüsü olarak açıklamıştır. O, böylece Çince Sa-po-lio Jep-hu şeklinde transkripsiyon edilen Türk Kağanı Işbara yabgu ile karşılaştırmıştır. (bkz. Theophyl. Simok. VII, 8, 6).
Yamtar adı Orhon Yazıtları’nda II E 40 bir ünvan olarak geçer: Tudun Yamtarıy “Tudun Yamtar ı (ben gönderdim)”. Vâmbery, Tudun kelimesini Avarlara gönderilen bir büyük kişinin ünvanı olarak açıklar. Onun bu kelimeyi “bilgin, alim” (
Biz Orta Asya’daki erken Hint tesirini hesaba katmak mecburiyetindeyiz. Sözgelimi Orhon Yazıtları’nda Maqaraç ünvanına işaret edilir.I N 13: Türgas qayanda Maqaraç tamyaçı … kalti “Türgiş-Kağan’dan Maqaraç adlı bir damgacı geldi”. Bu isim, Thomsen’in Turcica’sında (MSFOuXXVII, 1916, s.14) açıklandığı gibi Eski Hintçede açıkça Maharaf dır. Barthold, Çin kaynaklarına göre bu kişinin Buddhist mabetleri inşa etmek istemiş olduğunu fakat Buddhist öğretinin Türk halkının savaşçı niteliğine olumsuz etkisi olmasından ötürü vezir Tonyukuk tarafından reddedildiğini anlatır.[7]
I N 5 ve 6 Kültegin azman aqıy binip oplayu tagdi “Kültegin Azman beyaz atına binerek hücum etti” cümlesindeki azman adının eski Hintçe ajma = grec. öy/uoç “career, march, road, course, train; geçiş, yol, sefer (at için) ve ajman = lat. agmen “career, passage, battle, geçiş, yol” ile bağlantısının olmaması mümkün değildir. (bkz. PW I 75 ve Monier-Williams, Sanscrit-English Diet., Oxford 1899). Thomsen ZDMG 78, s. 171’de bu adı şöyle açıklar: “Beş veya altı yaşında iğdiş edilmiş at”. Vâmbery’nin etimolojisinde (s. 62), bu kelime ona göre Farsçadır (asman “taş veya gök yüzü”, Bartholomae, Altiranisches Wb. 207, Strassburg 1904). Onun, Sibirya’nın Ruslarca işgali esnasındaki Asmanek şahıs adıyla bağlantı kurması hiç de inandırıcı değildir.
Alp-şalçı[8] adı için de çok kere ilginç açıklamalar sunulmuştur. I E 40 Alp-şalçı ** atın binip tagmiş “(Kültegin) Alp-şalçı adlı beyaz atına binerek hücum etmiş”. I N 2 ve I N 4’te de benzeri vardır. Buranın devamında ol at anda tüş[di] “o at orada düştü” cümlesi vardır. Bu adın birinci kısmı tabii ki tıpkı Alp-Arslan ve Alp-Tegin özel isimlerinde olduğu gibi etü. alp “alp, kahraman” şeklindedir. (Radloff Wb. I, 430), bkz. Enzykl. des Islams I, 336 ve 337), krş. alpayu, alpaut “kahraman vs.) örnek olarak I N 7.
İkinci bölümünde şüphesiz tü. fail eki -çi ~ -çı (Gabain s. 60) vardır. Fakat şal kelimesi için hiçbir etimoloji bulunamadı. (bkz. Gabain s. 336). Belki mümkün değil ama bizim görüşümüze göre bu eski Türkçe şekil jala “yönetmek” kalm. zal- (örnek: mör1 djolâ zalxo “bir atı idare etmek”, Ramstedt KW 465a) olduğu gibi jiluga ismi, kalm. djolâ “dizgin, gem”, buradan jilugaduqçi, kalm. djolâtşı “at arabası sürücüsü, at bakıcısı, sürücü” (Ramstedt KW 114b) ile bağlantı kurulabilir. Kelime başı j- sesi -p ile bitiyorsa ş- olur. Böylece eski Hintçe ısvara-yantaf ın Türkçeye tercümesi Alp- şalçı’ dır.
Orhon Yazıtları’nın geriye kalan at isimlerinden biri ögsiz “öksüz, annesiz” dir. I N 9 Kültegin Ögsiz aqın binip “Kültegin Ögsiz adlı beyaz atına binerek” cümlesi tamamen açıktır. I E 33’teki kadimlik adı için karar vermek zordur. Üçinç Yaginsilig bagin Kadimlig torıyat binip tagdi “Üçüncü saldırıyı Yeginsilig Bey’in kahverengi atı Kadimlige binerek gerçekleştirdi” şeklinde anlam çıkar. Bu kelime harfi harfine “elbiseli; giyimli”
Vambery’nin kidimlik “rahvan giden at” (s. 54) şeklindeki okuyuşu pek inandırıcı değildir. Belki atın kırmızıya çalan kahverengi adı ile bir ilişkisi vardır.
I E 35 ve 36’da Bayırqu adı ya atın adı ya da (atın) sahibinin adı olarak değerlendirilir. (krş. Thomsen MSFOu V, s. 157, Not. 44). Bundan başka bu kelime I E 34 ve I S 4[9] te Oğuz boyunun adı olarak geçer. (krş. Gabain s. 301b). Aynı şekilde Az adı hem I N 5 ve 8 Kültegin Az yayızın binip “(Kültegin) Yağız (toprak rengi, siyaha çalan kahverengi) Azına binerek (hücüm etti)” cümlesinde at adı hem de bir halkın adı olarak geçer.[10] (I N 2 ve 3 Az-bodun).
I E 37’de Kültegin başyu boz at binip tagdi ” Kültegin Başyu adlı boz ata binerek hücum etti” cümlesinde geçen başyu adının anlamı ve etimolojisi de tam bir bilinmezdir. Tabii ki -yu eki isimden isim yapan ek -qu~ -kü, -yu~ -gü eki ile özdeştir. (Gabain s. 62) ve baş da etü. baş “baş, başlangıç, ilk, en üst” kelimesiyle herhangi bir anlam ilişkisinde olmalıdır.
Orhon Bölgesindeki Eski Türkçe yazıtlar Türk halkının hükümdarlarının otobiyografisi ve raporlarıdır. Kimi zaman duygu yüklü anlatım biçimi seçilir. Batıda bazı kere ifade edilen ama bu Şamanist göçebe kavimde hiçbir maddî barbarlığa rastlanmadığı da bir gerçektir. Bu hükümdarlar hem başarılarını hem de başarısızlıklarını anlatırlar ve hükümdarların görevlerine uygun olarak (Barthold s. 16) yazıtlar duygu yüklü ve kahraman bir eda ve heyecanla anlatıldığı halde Türk kağanları asla düşmanlarının kanlarının akıtılmasıyla övünmezler, bilâkis yenilgi zamanlarında kanlarının nehir gibi akmasından ve kemiklerinin dağ gibi yığılmasından bahsederler (I E 24). Halbuki Asur Krallarına ait, kanların akıtılmasıyla övünen belgeler ve raporlar mevcuttur. Atların da insanların dolayısıyla savaşçıların sadık dostu olduğunu dikkate almamız gerekir ve tabii ki bütün bunları, bu sade millete dikkatleri çekmek için, kanıt olarak verebiliriz.
etü. yadı-y, tü. yayıy, kar. yayaw, koyb. çazıy, çuv. şuran, yak. sat! “yaya”= mo. yada-gu, kalm. yadü “fakir, yoksul” (Ramstedt, KW 213b).
Orhon Yazıtları’nda da böyle anlatılır.
Örnek: I E 27-28 “her yere gitmiş olan halk öle yite, yaya ve çıplak olarak dönüp geldi”. Tonyukuk Yazıtı’nda da (satır 4) “bunlardan (üçte) iki kısmı at ile (üçte) bir kısmı da yaya…”. Burada Türk halkının yoksulluğu ve mutsuz durumunda ordunun bir amaç uğruna oluşturduğu birliğe işaret edilir. Bunun bir büyük anlamı daha vardır. Tabii ki at, halkın bütün taktik ve stratejilerinin belirlendiği savaşlarda elde edilir. Bu demektir ki, süvarinin en büyük ihtiyacı böylelikle sağlanmış olur. Batıda daha geç zamanlarda, mesela büyük Friedrich ve Napoleon da ondan yararlanmışlardır. Atlar ve onların bakımları başarılı bir operasyon için daima ön şarttır, krş. I E 39 “bizim ordumuzun ne atı ne de azığı vardı”. Düşman atlarının niteliğine göre planlar ve savaş taktikleri hazırlanır ve sonra da kendine özgü taarruz gerçekleşirdi. “biz az idik, kötü durumda idik; (onlar) bizi yenmek için geldiler” II E 32′ de olduğu gibi. Krş. Haenisch YC 193, 194, 199 vs. Savaşlarda, düşmanın iyi cins atlarının öldürülmesi ya da ganimet olarak alınması hedeflenir.
“Tangut halkını yok ettim, çocuklarını (gençlerini), kadınlarını, atlarını ve bütün varlıklarını o zaman aldım, ele geçirdim” cümlesinde olduğu gibi II E 24. Yine II E 38’de de “Türk halkı açlıktan eziyet çekiyordu, ben o at sürüsünü alarak, onları doyurdum, besledim”.
Atların anlamı üzerine eşsiz ve dokunaklı övgüler söz konusu iken, askerin binek hayvanı olan atlar Türk halkının sadece savaştaki kahramanlıklarında değil, bilakis Türkler atlarının ölümü veya yaralanmasını bile anlatırlar. Örnek I E 33 ol at anda ölti, “o at orada öldü” ve I E 36 ol tagdükda Bayirqunurj ** adyırıy udl(u)qın sıyu urtı “Bu saldırıda Bayırkunun aygırı (atı) uyluk kemiğini kırdı”, krş. Thomsen ZDMG 78 (1924), s.137.
Çok enteresandır ve dikkat edilmelidir ki atların her zaman gerçek adları vardır. YC’de ve daha geç hem Moğol hem de Türklerde atlar sadece farklı renklerle adlandırılırdı. Öyle ki YC I 3’te Dajir boro qojar külügüd agtastu bülüe, Burada Haenisch açıkça Çin yazısı işaretlerine dayanarak “büyük ve koyu gri iki iğdiş edilmiş aygır” şeklinde tercüme etmiştir. Ramstedt’e göre dajif de ses değişimi vardır. etü. yayız “kahve rengi, toprak rengi”[4] için örnek I N 5 ve 8. Buna uygun olarak mo. boro = etü. boz “gri”, bkz. I E 32, 33 ve 37 (krş. Ramstedt, KW 51b)
İlk yazıtta Kültegin’in atı (I E 32) şöyle anlatılır.[5] arıilki tadıqın çurın boz [… önce (hücum etti) çurın Tadıqı (?) üstünde gri [at (?) ….]. Tadıq belki = tajik “Farslı, Tacik”.
Barthold’a göre (Dersler s.42, Not. 59) Tonyukuk Yazıtı’nda “Arap” anlamı vardır. Belki Türkler atı ganimet olarak alıyorlardı? Onun ölümünden sonra Kültegin yeni bir binek atı aldı: I E 33 ikinti Işbarayamtar boz atıy binip tagdi. Ol at anda ölti, Thomsen MSFOu V, s. 109’da metni şöyle tercüme eder: “En second liev il monta le cheval fut tué là”, fakat ZDMG 78, s. 151’de ” O Işbara Yamtar’ ın gri atına binerek hücum etti” O, bir at adı olarak dikkati çekmek istiyorsa da bu genitiv eki taşımayan bir addır. Vâmbéry de MSFOu XII (1898), s.53’te metni aynı şekilde anlar. Hem onun aşabara yamtar okuyuşu hem de “dört nala koşan, atik, gri renkli at” şeklindeki tercümesi hayal ürünüdür. Radloff ise Işbara kelimesine önce boy adı olarak dikkati çekmiş fakat sonra bu tahmininden vazgeçmiştir. (krş. Alttürkische Inschriften Sözlüğü’nde de farklı görüşler vardır). Bizim fikrimize göre bu ad Hintlilerle Türk halkının kültür birliği anlayışına enteresan bir katkı sağlar. Biz Işbara kelimesini Eski Hintçe ısvara ya bağlıyoruz. 1. Sıfat. “varlıklı, zengin”; 2. İsim. “bay, hükümdar, kral” vs. ( PW I, 854) ve yamtar ı eski Hintçe yantar (
(PW VI, 848) karşılaştırılabilir. ısvara kelimesi, İhe-Hüşötü mezar taşında geçen, Işbara-Bilge Küli-çur adında da mevcuttur.
Marquart’ın T’oung- Pao’da yayımlanan [XI (1910), s.663] makalesinde ilk Bulgar hükümdarlarından Espererix (M. 664-691) adını Işbarurıy olarak okuması üzerine, Tuna Bulgarlarının Kronolojisini inceleyen Mikkola [JSFOu XXX, 33 (1914)] da ısvara yı hükümdarın atının sürücüsü olarak açıklamıştır. O, böylece Çince Sa-po-lio Jep-hu şeklinde transkripsiyon edilen Türk Kağanı Işbara yabgu ile karşılaştırmıştır. (bkz. Theophyl. Simok. VII, 8, 6).
Yamtar adı Orhon Yazıtları’nda II E 40 bir ünvan olarak geçer: Tudun Yamtarıy “Tudun Yamtar ı (ben gönderdim)”. Vâmbery, Tudun kelimesini Avarlara gönderilen bir büyük kişinin ünvanı olarak açıklar. Onun bu kelimeyi “bilgin, alim” (
Biz Orta Asya’daki erken Hint tesirini hesaba katmak mecburiyetindeyiz. Sözgelimi Orhon Yazıtları’nda Maqaraç ünvanına işaret edilir.I N 13: Türgas qayanda Maqaraç tamyaçı … kalti “Türgiş-Kağan’dan Maqaraç adlı bir damgacı geldi”. Bu isim, Thomsen’in Turcica’sında (MSFOuXXVII, 1916, s.14) açıklandığı gibi Eski Hintçede açıkça Maharaf dır. Barthold, Çin kaynaklarına göre bu kişinin Buddhist mabetleri inşa etmek istemiş olduğunu fakat Buddhist öğretinin Türk halkının savaşçı niteliğine olumsuz etkisi olmasından ötürü vezir Tonyukuk tarafından reddedildiğini anlatır.[7]
I N 5 ve 6 Kültegin azman aqıy binip oplayu tagdi “Kültegin Azman beyaz atına binerek hücum etti” cümlesindeki azman adının eski Hintçe ajma = grec. öy/uoç “career, march, road, course, train; geçiş, yol, sefer (at için) ve ajman = lat. agmen “career, passage, battle, geçiş, yol” ile bağlantısının olmaması mümkün değildir. (bkz. PW I 75 ve Monier-Williams, Sanscrit-English Diet., Oxford 1899). Thomsen ZDMG 78, s. 171’de bu adı şöyle açıklar: “Beş veya altı yaşında iğdiş edilmiş at”. Vâmbery’nin etimolojisinde (s. 62), bu kelime ona göre Farsçadır (asman “taş veya gök yüzü”, Bartholomae, Altiranisches Wb. 207, Strassburg 1904). Onun, Sibirya’nın Ruslarca işgali esnasındaki Asmanek şahıs adıyla bağlantı kurması hiç de inandırıcı değildir.
Alp-şalçı[8] adı için de çok kere ilginç açıklamalar sunulmuştur. I E 40 Alp-şalçı ** atın binip tagmiş “(Kültegin) Alp-şalçı adlı beyaz atına binerek hücum etmiş”. I N 2 ve I N 4’te de benzeri vardır. Buranın devamında ol at anda tüş[di] “o at orada düştü” cümlesi vardır. Bu adın birinci kısmı tabii ki tıpkı Alp-Arslan ve Alp-Tegin özel isimlerinde olduğu gibi etü. alp “alp, kahraman” şeklindedir. (Radloff Wb. I, 430), bkz. Enzykl. des Islams I, 336 ve 337), krş. alpayu, alpaut “kahraman vs.) örnek olarak I N 7.
İkinci bölümünde şüphesiz tü. fail eki -çi ~ -çı (Gabain s. 60) vardır. Fakat şal kelimesi için hiçbir etimoloji bulunamadı. (bkz. Gabain s. 336). Belki mümkün değil ama bizim görüşümüze göre bu eski Türkçe şekil jala “yönetmek” kalm. zal- (örnek: mör1 djolâ zalxo “bir atı idare etmek”, Ramstedt KW 465a) olduğu gibi jiluga ismi, kalm. djolâ “dizgin, gem”, buradan jilugaduqçi, kalm. djolâtşı “at arabası sürücüsü, at bakıcısı, sürücü” (Ramstedt KW 114b) ile bağlantı kurulabilir. Kelime başı j- sesi -p ile bitiyorsa ş- olur. Böylece eski Hintçe ısvara-yantaf ın Türkçeye tercümesi Alp- şalçı’ dır.
Orhon Yazıtları’nın geriye kalan at isimlerinden biri ögsiz “öksüz, annesiz” dir. I N 9 Kültegin Ögsiz aqın binip “Kültegin Ögsiz adlı beyaz atına binerek” cümlesi tamamen açıktır. I E 33’teki kadimlik adı için karar vermek zordur. Üçinç Yaginsilig bagin Kadimlig torıyat binip tagdi “Üçüncü saldırıyı Yeginsilig Bey’in kahverengi atı Kadimlige binerek gerçekleştirdi” şeklinde anlam çıkar. Bu kelime harfi harfine “elbiseli; giyimli”
Vambery’nin kidimlik “rahvan giden at” (s. 54) şeklindeki okuyuşu pek inandırıcı değildir. Belki atın kırmızıya çalan kahverengi adı ile bir ilişkisi vardır.
I E 35 ve 36’da Bayırqu adı ya atın adı ya da (atın) sahibinin adı olarak değerlendirilir. (krş. Thomsen MSFOu V, s. 157, Not. 44). Bundan başka bu kelime I E 34 ve I S 4[9] te Oğuz boyunun adı olarak geçer. (krş. Gabain s. 301b). Aynı şekilde Az adı hem I N 5 ve 8 Kültegin Az yayızın binip “(Kültegin) Yağız (toprak rengi, siyaha çalan kahverengi) Azına binerek (hücüm etti)” cümlesinde at adı hem de bir halkın adı olarak geçer.[10] (I N 2 ve 3 Az-bodun).
I E 37’de Kültegin başyu boz at binip tagdi ” Kültegin Başyu adlı boz ata binerek hücum etti” cümlesinde geçen başyu adının anlamı ve etimolojisi de tam bir bilinmezdir. Tabii ki -yu eki isimden isim yapan ek -qu~ -kü, -yu~ -gü eki ile özdeştir. (Gabain s. 62) ve baş da etü. baş “baş, başlangıç, ilk, en üst” kelimesiyle herhangi bir anlam ilişkisinde olmalıdır.
Orhon Bölgesindeki Eski Türkçe yazıtlar Türk halkının hükümdarlarının otobiyografisi ve raporlarıdır. Kimi zaman duygu yüklü anlatım biçimi seçilir. Batıda bazı kere ifade edilen ama bu Şamanist göçebe kavimde hiçbir maddî barbarlığa rastlanmadığı da bir gerçektir. Bu hükümdarlar hem başarılarını hem de başarısızlıklarını anlatırlar ve hükümdarların görevlerine uygun olarak (Barthold s. 16) yazıtlar duygu yüklü ve kahraman bir eda ve heyecanla anlatıldığı halde Türk kağanları asla düşmanlarının kanlarının akıtılmasıyla övünmezler, bilâkis yenilgi zamanlarında kanlarının nehir gibi akmasından ve kemiklerinin dağ gibi yığılmasından bahsederler (I E 24). Halbuki Asur Krallarına ait, kanların akıtılmasıyla övünen belgeler ve raporlar mevcuttur. Atların da insanların dolayısıyla savaşçıların sadık dostu olduğunu dikkate almamız gerekir ve tabii ki bütün bunları, bu sade millete dikkatleri çekmek için, kanıt olarak verebiliriz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)